12 Eylül 1980 darbesi yapıldıktan sonra, Türkiye üç yıl kadar kendisine Milli Güvenlik Konseyi diyen askeri cuntanın emrindeki askeri rejimle yönetilmişti.
Bu üç yıllık sürenin ikinci yılı biterken, yine askeri cuntanın üyelerini tek tek seçtiği Danışma Meclisi eliyle bir anayasa hazırlanmış ve halk oyuna sunulmuştu.
Sonra evlere şenlik bir “demokratik propaganda”(!) süreci yaşamıştık.
O süreçte devlet başkanı unvanını da taşıyan Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, heyecanla bu anayasanın kabulü için çalışmaya başlamıştı.
Yanında öteki konsey üyeleriyle birlikte il il dolaşıyor, valilikler marifetiyle meydanlara toplanan kalabalıklara uzun konuşmalar yapıyor, bu konuşmalar, akşamları, sonradan “prime time” denilecek olan saatte, tek kanal olan TRT televizyonundan kelimesi kesilmeden renkli olarak yayınlanıyordu.
Normalde siyah-beyaz yayınlanan TRT haberleri, bu anayasaya evet konuşmaları başlarken renkli yayına dönüyor, konuşma bitince yeniden siyah beyaz olarak devam ediyordu.
TRT, bu konuşmaların çekiminin yapılacağı renkli çekime uygun kameralar olmadığı için, yurt dışından üç adet “ENG” kamera getirmişti.
Böylece, tüm hak ve özgürlüklere ilişkin maddelerine “ancak” diye başlayan ek cümlelerle koşul getirilen yeni anayasamızın kabulü için teknolojik destek de sağlanmıştı.
Bu “demokratik propaganda sürecinde”(!)
Hayır demek ise kesinlikle yasaktı.
Her akşam , Kenan Evren’in halkımızı Evet oyu vermeye çağıran konuşmalarının ardından, Hayır vermeye niyetli vatandaşlarımızla ilgili haberler de verilirdi!
Bu haberlerin tümü, yayını zorunlu olan sıkıyönetim bildirileriydi ve hayır propagandası yapan yüzlerce kişinin göz altına alındığını duyururlardı.
Bu “adil” propaganda sürecinin ardından, içindeki renkli bir oy pusulasını farkettirecek ölçüde şeffaf zarfların kullanıldığı anayasa referandumu yapıldı.
Mavi oy pusulaları Hayır, beyaz pusulalar Evet demekti.
Sonuçta, yüzde 92’yi aşan bir oranda Evet oyu çıktığı açıklandı.
Kenan Evren Cumhurbaşkanı, öteki konsey üyeleri Cumhurbaşkanlığı konseyi üyesi oldular. Anayasaya eklenen geçici 15. Madde ile ömür boyu dokunulmazlıkları güvence altına alındı.
Artık yeni anayasamız ve hazırlanmaya başlanan ilgili yasalarımızla demokrasiye geçebilirdik!
Bunun için, yalnızca 12 Eylül günü feshedilen parlamento için yeni anayasa ve ondan sonra hazırlanacak siyasal partiler ve seçim yasalarına uygun olarak genel seçim yapılması yeterliydi ! (Yani öyle düşünüyorlardı)
Askeri cunta, ülkedeki bütün siyasi partileri daha önce kapattığı için, doğal olarak “yeni” partilere ihtiyaç vardı.
Eskilerin devamı niteliğinde parti kurmak yasaktı.
Ancak, 12 Eylül öncesinin merkez sağ ve merkez soluna oy veren seçmen kitlesi “sahipsiz” bırakılmazdı!
Sonuçta yeni partilerin kuruluşuna izin verildi ancak bu izin koşulluydu.
Yeni partilerin tümünün kurucular kurulları MGK denetiminden geçecek, bu kurul üyelerinden kuruculuğa layık görülenlerin sayısı 30’un üzerinde kalanlar seçime girebilecekti.
Aslında MGK’nın 30’un üzerinde üyesini uygun bulduğu partiler, kuruluşa izin verilen günden itibaren üç gün içinde belli olmuştu.
MGK’nin iktidar adayı olduğu bilinen emekli orgeneral Turgut Sunalp başkanlığındaki Milliyetçi Demokrasi Partisi.
MGK’nın ana muhalefet adayı olduğu bilinen İsmet paşanın özel kalem müdürü ve mevcut hükümetin başbakanlık müsteşarı Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti.
MGK’nın pek hoşuna gitmediği düşünülen, ancak birkaç önemli kurucusunu devre dışı bıraksa da kurucu sayısını 30’un üzerinde bıraktığı kısa süre öncesinin Başbakan yardımcısı Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi.
Lakin bu noktadan sonra ilginç şeyler yaşandı.
Siyasetin tepeden emirlerle kurulamayacağı, askeri birlik gibi siyaset insanlarına hakim olunamayacağı ortaya çıktı.
Kenan Evren’in seçimdeki iki gün önce televizyona çıkıp can havliyle oy verilmesini engellemeye çalıştığı
ANAP tek başına iktidara geldi.
Seçimden önce “majestelerinin iktidar partisi” denilen MDP ise üçüncü parti olarak yavru muhalefet olabildi.
Aynı şekilde “Majestelerinin ana muhalefeti” denilerek alay edilen Halkçı Parti ana muhalefet olarak Meclise girdi.
Lakin, kısa zamanda görüldü ki, genel merkezdeki “majestelerinin ana muhalefeti” denilmeye layık yöneticiler, partiyi bu yola sokamadılar.
Genç , dinamik ve ilerici bazı milletvekilleri, önce Meclis’te sıkı, ses getiren bir muhalefet yapmaya başladılar.
Bu yetmedi, ilk kurultayda HP’nin genel merkez yönetimini düşürerek, seçim dışı bırakılan Erdal İnönü liderliğindeki SODEP’le birleşmeyi amaçlayan yeni bir genel başkan ve yöneticiler seçtiler.
Yeni genel başkan Aydın Güven Gürkan’ın ve Erdal İnönü’nün inisiyatifiyle birleşme kısa sürede sağlandı ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti adında “majestelerine artık ait olmayan” bir ana muhalefet partisi oluştu.
Meclis’e giren birkaç genç milletvekili, askerlerin ve onların seçtiği genel merkezin hevesini boşa çıkarmış ve önemli oranda eski CHP’nin tabanından beslenen sosyal demokrat denilebilecek bir harekete öncülük etmişti.
Pek çok örnekte görüldüğü gibi, siyaset , hiçbir makamı garanti görülmeyeceği bir alanda.
Siyaset, kısa gün karı elde etmeyi amaçlayan en ufak bir apolitik davranışı kaldırmazdı.
Sonuç olarak siyaset, hiçbir yöneticinin “ben tepedeyim, ben vazgeçilmezim” diyemeyeceği , hele hele tabana ters düşecek yönetimlere asla izin vermeyen bir olguydu.