Kitapçı kitapçı dolaşıyorum Orhan Kemal’in 72. Koğuş’unu arıyorum. İlk baskısının peşindeyim. Beyoğlu ve çevresindeki kitapçılar, sahaflar arasında dostlarım var, sonunda erişiyorum.
Kitapla karşılıklı bakışıyoruz. Sayfalarına dokunuyorum, o da bana dokunuyor. İçindeki kahramanların her biriyle, anlatılan mahpushaneyle, yüreğimi ağlatan hikâyesiyle tanışıklığım var.
Konuşmaya başlıyoruz.
Replikler koştura koştura gelip aklıma yerleşiyor, orada 40 yıl öncesi konuk oldukları yere yeniden sığınıyorlar.
Ankara Halk Tiyatrosu yılları, Doğu Anadolu turnesinde Urfa Birecik’te, hani şu dillere destan güzelim köprünün Fırat nehri üstünde gümüş bir kemer gibi sulara dolandığı, yamaçlarındaki kayalıklarda Kelaynak kuşlarının seviştiği yerde.
Toprak adlı oyunumuz sonrası “Devlete ve devlet büyüklerine hakaret ve komünizm propagandası yapmaktan” gözaltına alınıyoruz ve bir konvoy halinde doğruca önce Urfa Emniyet müdürlüğü, Urfa Cumhuriyet savcılığı ardından Urfa cezaevine konuyoruz.
Uzunca eziyet dolu ama neşeli bir yaşanmışlıktır, meraklısına günü gelir anlatırım.
10 arkadaşız, 3 kadın 7 erkek, tıkadılar kapalıya.
Erkekler üstü açık, çevresi en az 20 metrelik duvarla kapatılmış bir havalandırma avlusuna açılan tek kişilik hücrelerde kalıyoruz. Beton üstünde paramparça edilmiş tahta oturaklar üstünde ne şilte var, ne minder, ne su akıyor, ne ışık yanıyor, tuvalet iğrenç ötesi.
Havalandırma günde 1 saat, ancak öncesi bağır çağır da olsa birbirimizle konuşabiliyoruz. Kimimiz şiirle, kimimiz türkülerle, kimimiz oyun replikleri ve öykülerle.
Gardiyanlar şaşkın, hiç âdem baba koğuşlarındaki cinayetten, kan davasından, aşiret kavgasından, hırsızlıktan, tecavüzden, kız kaçırmadan, uyuşturucudan, kumardan yatan mahpuslara benzer yanımız yok.
Daha 3. gün iki gardiyanla dostlaşıyoruz. Kantinden ne istersek getiriyorlar, arada diğer koğuşlardan gelen hediyeler oluyor.
Bir şey yapmalıyız ama ne, kafalarımız 3 numara tıraşlı, bu hallerimize uygun öyküler, şakalar, fıkralar derken Erkan Yücel gardiyanlardan birine bir top mavi pelür kâğıt ve karbon kâğıdı aldırıyor. Yıllar önce Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Asaf Çiğiltepe’nin rejisi ile oynadığı ve ‘İzmirli’ ile hem seyircinin hem oyuncu dünyasının diline düştüğü 72. Koğuş oyununu ezberinden yazmaya başlıyor.
Şaşakalıyoruz, üçüncü gün oyun yazımı hazır. Rol dağılımını havalandırma sırasında yapıyor Erkan, bana Aydoğan Ergezen ağabeyin oynadığı ‘Tavukçu’ düşüyor. Kadınlar koğuşuna da tekst gidiyor. Çalışacaklar, bir araya gelince oyun monte edilecek. Aman aman aman bir şenlik ki sormayın. Mahpus damında mahpusluk oyunu provası başlıyor.
6. gün ezberler hazır. Provalar yürüdükçe gardiyanlardan oluşan seyirci sayısı çoğalıyor, havalandırma süresi kendiliğinden uzuyor, diğer koğuşlardan hediyeler yağıyor.
‘Artistler bizim hayatımızı oynuyorlarmış’ dedikodusu efsaneleşiyor.
İlk ayın sonunda duruşmaya çıkıyoruz ve hâkim kahkahalarla gülerek ‘beraat’ kararı veriyor.
Tutukluluğumuza gerekçe olan tutanağı düzenleyen polisler oyun finalinde, ellerimizle tutup türkü eşliğinde havaya kaldırdığımız tarım aletlerini ‘halkı isyana davet ve komünizm propagandası’ yapmak diye yazmışlar.
Ağaçtan yapılmış orak, tırpan, dirgen ve çekiç bunları korkutmaya yetmiş diye gülmekten kırılıyoruz.
Mahpushaneden tahliye sırasında koğuşlardan yükselen alkış sesleri halen yüreğimde yaşıyor.
Turne çoktan iptal oldu, yol doğru Ankara. Gençlik Parkı Açıkhava Tiyatrosu’na giriyor ve o dazlak kafalarla 72. Koğuş’u 1.5 ay kapalı gişe oynuyoruz. Ardından İstanbul ve yine Anadolu yolları.
Demem o ki şu karanlık günlerin en iyi ilaçlarından biri kitapsa, yazarlarının başında da Orhan Kemal olmalı. Hüzünleriniz gerçeklerin içinde şenlenir, yurdunuzu çiçeğe durmuş bir ağacı sever gibi seversiniz. Irmaklar akar içinizden, bahar bulutları uçuşur çevrenizde, sonra işçilerin, emekçilerin kahırlarına ama inadına aşklarına dokunur yüreğiniz.
İnadına yaşamak bir isyansa, isyan edersiniz, fena mı?