Sevgili Göksel Ersoylu’yu
12 Mayıs 2020’de kaybettik.
Yıldızlar yoldaşı olsun.
Onu çok özlüyoruz.
Örnek alınması gereken bir yaşam öyküsünden ve yaşam kurtaran bir afişten söz edeceğim size.
1958-1960 yıllarıydı, babam Selim Tokaçoğlu yurtdışı görevle Kıbrıs Baf Kurtuluş Lisesi’nin müdürlüğüne atandı. Dört yıl sürecekti bu görev. Kolay değil, yaşlı anadan babadan ayrılmak, karısını ve üç çocuğunu bırakıp gitmek. O yıllarda Cumhuriyet öğretmenlerinin sorumluluk bilinci, görev aşkı bambaşkaydı. Ailesinden ayrılıp gitti, artık Kıbrıslı Türk öğrencilerin okuduğu Baf Kurtuluş Lisesi’nin müdürüydü.
Hasrete dayanmak zor, bir süre sonra bizi de aldı bir süre sonra yanına. Tek katlı bir ev tutmuş, yaşanır hale getirmiş. Hiç yalnızlık çekmedik, çünkü komşuluk ve dayanışma vardı. Bazı komşularımızla dostluğumuz aralıksız bugüne kadar sürdü. Dile kolay, 60 yıldan söz ediyorum.
Komşularımızdan biri Kâmil Niyazi ve ailesiydi. Kâmil beyin eşi ve üç çocuğu vardı, Yüksel, Tansel ve Göksel. Aynı zamanda Baf Kurtuluş Lisesi’nin öğrencileriydiler tabii ki.
Göksel, o zamanki soyadıyla Göksel Kâmil, Kurtuluş Lisesinin bütün spor takımlarında vardı. Erkek gibi derler ya, öyle bir kız çocuğuydu Göksel. Aradan zaman geçti, 27 Mayıs olunca, daha önce yurtdışına göreve gönderilen herkes Türkiye’ye çağrıldı. Yurtdışı görev bitince, biz de Türkiye’ye dönmek durumunda kaldık.
Aradan yıllar geçti, telefon filan yok, mektuplaşıyorduk Kıbrıs’taki komşularımızla, dostlarımızla. Yılbaşında, bayramlarda kartpostallar gönderiliyordu karşılıklı.
Ancak 60’lı yılların başlarından itibaren huzur bulmadı Kıbrıs. Göksel ve ailesi de Kıbrıs’ı terk etmek zorunda kaldılar. Türkiye’ye, Ankara’ya geldiler.
Uzun yıllar Ankara’da kaldılar. Lise yıllarında Kıbrıs’ta olduğu gibi yine okulun spor takımlarındaydı Göksel. Durmadı, bir ara sahneye çıktı, şarkıcı oldu. Derken “501 numaralı hücre” filminde küçük bir rolde de oynadı. Sonra o dönemin meşhur Hayat dergisinin orta sayfasında, Türk Hava Kurumunun paraşüt takımında gördük Göksel’i, sırtında paraşütüyle. AİTİA’ya girdi, üniversiteyi de Türkiye’de bitirdi.
Kıbrıs’ta sular durulur gibi olunca, yine döndüler vatanlarına. Ersoylu soyadını almıştı Göksel, o tarihe kadar Kıbrıs’ta baba adı soyadı olarak kullanılırdı. Birkaç yıl geçmişti. Telefon çaldı, tanımadığımız biri “Göksel Hacettepe Hastanesi’nde yatıyor. Sizi çağırıyor.” dedi, bölümünü, oda numarasını verdi ve kapattı telefonu. Göksel ve hastane! Bu iki kelimenin yan yana gelmesi düşünülemezdi bile. Hemen gittik, sırtüstü yatıyordu Göksel. Guillain barre hastalığı diye ilk kez duyduğumuz bir hastalığa yakalanmıştı. Doktorların tahmini, götürülüp okyanusun en derin yeri diye bilinen yere atılması gereken nükleer atıklar, maliyetten kurtulmak için Akdeniz’e bırakılıyor, sahile vuran varillerden sızıntılar da bu hastalığa neden oluyordu. Doğrudan sinir sistemini felce uğratan bu hastalık yüzünden Göksel artık parmağını bile kıpırdatamıyordu.
Hacettepe’de tedavisi tam bir yıl sürdü. Hemen her gün Göksel’in yanındaydık. Orada da kendisini sevdirmiş, doktorların, hemşirelerin sevgilisi olmuştu. Sonunda tam olarak iyileşemedi ama koltuk değneğiyle de olsa yürüyebiliyordu. O tarihte aynı hastalığa yakalananlardan hatırladığım kadarıyla iki kişi hayatta kaldı; biri Göksel’di. Hastalık ileri evrede akciğerleri de etkiliyor, solunum cihazına bağlandıktan sonra da kolay kolay iyileşen olmuyordu. Göksel, solunum cihazını asla kabul etmedi, kendi gayretiyle yaşama tutundu.
Taburcu edilecekti ama tek başına Kıbrıs’a gitmesi hiç kolay değildi. “Sen de gel, beni götürürsün. Sonra da ben seni Türkiye’ye geri gönderirim” dedi bana. Başka çare de yok gibiydi. Pasaport için başvurdum, kısa süre sonra aldım pasaportumu. O tarihte vize almadan Kıbrıs’a gidilemiyordu. Rumlar vize vermedi tabii. 1974 yazıydı, çaresiz Göksel’i tek başına gönderdik Kıbrıs’a. Çok kısa süre sonra, 15 Temmuz’da Yunan subaylarının yönetimindeki Ulusal Muhafız Gücü darbe yaparak EOKA’cı Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etti. Kıbrıslı Türkler, namlunun ucundaydı yine. Evler basılıyor, insanlar toplu halde kurşuna diziliyordu.
YAŞAM KURTARAN AFİŞ
Bütün Türk evleri gibi Göksel’in de evi basılır, çaresizlik içinde koltukların arkasına sığınırlar. Bir Rum askeri evin kapısını tekmeyle kırıp içeri dalar, elindeki otomatik silahın tetiğine basıp çaresiz ölümü bekleyen Göksel’i ve ailesini taramak üzereyken gözü duvardaki “WHY?” yazılı vurulmuş, elinden silahı fırlamış, yere düşmekte olan bir askeri resmeden afişe takılır, duraksar, basamaz tetiğe. Rumca “gidin” diye bağırır ve kırdığı kapıdan çıkar gider. Artık evde kalmaları olanaksızdır. Göksel, nasıl yaptıysa yaşamlarını borçlu oldukları o afişi söker alır. Köşesinden küçük bir parça yırtılır, duvarda kalır.
Ölümden o an için kurtulmuşlardır ama nereye gidebilirler ki? Evden dışarı fırlar, kaçışırlar, bir kaçış yolu ararlar. Ondan sonra esaret başlar. Rumlar stadyumda toplarlar Türk esirleri. Koşullar çok ağırdır sağlıklı insanlar için bile. 20 Temmuz’da Kıbrıs Barış Harekâtıyla kurtulma umutları canlanır. Esir değişimi yapılacak, hastalara ve yaralılara öncelik verilecektir. Göksel, ilk esir değişiminde Türkiye’ye getirilecek kafilededir!
Kıbrıs’tan ayrılmadan gözü gibi sakladığı 126 instamatik fotoğraf makinesiyle çektiği ilk karede bir tank vardır, topunu evlere doğrultmuş. Son filmidir zaten, bir kare daha çeker, belki vatanımı son kez görüyorum düşüncesiyle. Filmin kalanını da feribotta Türkiye’ye doğru yol alırken bitirir. Şimdi o film de, yaşamlarını kurtaran o afiş de 1974’den beri Göksel’in emaneti olarak bende.
Göksel bu sıralar hastanede, bazı sıkıntıları var ama inanıyorum, yine atlatacak. Onun kadar yaşama bağlı, mücadeleci bir insan için aksi düşünülemez.