Başka bir ifade kullanmak istemiyorum, Ankara’da fotoğraf çekmek gerçekten eziyet oldu! Sırtınıza çantanızı alıp boynunuza fotoğraf makinelerinizi astığınız anda esnaftan muhtara, karakol polisinden askere herkes sizi düşman askeri gibi görüyor. Bunu en güzel “kişi kendini herkes gibi bilirmiş” atasözüyle açıklayabiliyorum. Zaten Ankara yaklaşık yirmi beş yıldır bir çekirge sürüsünün istilası altında kalmışçasına yok ediliyor. İyi ki fotoğraflamışız zamanında, Cumhuriyet’le özdeşleşmiş, tarihimize tanıklık etmiş binaların hiçbiri artık yok! Etibank binası, İller Bankası, Su Süzgeci binası, Çubuk Barajı Göl Gazinosu, Marmara Köşkü, Kumrular İkamet Sitesi, Danıştay binası, Havagazı fabrikaları, AOÇ’de bulunan fabrikalar bunlardan birkaçı. Birçok bina da yıkılmak için sırasını bekliyor. Tarihî Sümerbank binası ve hemen arkasından Sayıştay binası ve yakın çevrede bulunan birkaç bina daha adı sanı bilinmeyen, öğrencisi de olmayan Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nin kullanımına tahsis edildi. Tarihî mitinglere ev sahipliği yapmış meydanlarımız da yok edildi.
Şehirde fotoğraf çekerken zaten attığımız her adımda kaybettiğimiz anılarımızın, tarihimizin acısını hissediyoruz. Yeni Ankara’da fotoğraflamaya değer pek bir şey bulamamanın sıkıntısını yaşıyoruz, “Hoop hemşerim” diye bir narayla uyarılıyoruz, “Benim dükkânı çekme. Git başka yeri çek!” Neden? Çünkü görülmesinden korktuğu şeyler var. Bir tarafına kaçak ek yapmış, diğer tarafına dükkânından daha büyük bir bölüm ekleyip birkaç masa atmış, görülmesinden korkuyor. Birçok binanın önünde bir nöbetçi kulübesi, ya bir polis, ya da polisten çok polis bir özel güvenlik elemanı dikiliyor karşınıza, “Uza! Çekme burayı!”
Birkaç yıl önce cebinde sarı basın kartı da olan bir foto muhabiri kardeşim, ORAN tarafında, Çaldağı’nı da gören bir yerde fotoğraf çekerken başına bir iş gelmişti. Akşam ışığını, “mavi saatleri” yakaladığı dakikalarda ağır ağır açı arayarak ilerlerken, etrafı demir parmaklarla, dikenli tellerle çevrili mavi boyalı bir binalar topluluğundan fırlayan sivil giyimli ızbandut gibi birileri tarafından yaka paça “alınmıştı”. Hani hepimizin çok sık duyduğumuz “al bunu” emri var ya, tam o cinsten.
Hiçbir resmî işlem yapılmadan, kayıt kuyut tutulmadan gayrı resmi bir şekilde “casusluk şüphesiyle” sorgulamışlardı arkadaşımızı. Tabii “al bunu” dedikten sonra “alınırken” biraz hırpalandığını da eklemem gerekiyor. Sonunda “Bir daha dolaşma buralarda. Fotoğraf çekmek de yasak” uyarısıyla aldıkları gibi attılar dışarıya. Meğer demir parmaklıklarla, dikenli tellerle çevrili alan ve binalar, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı’ymış. Arkadaşımız, mavi saatleri kaçırmamak kaygısıyla kendi konusuna yoğunlaşmış, etrafında ne olduğunun bile farkında olmadan yaklaşmış bu yasak bölgeye. O tarihlerde bu binalar herhalde “gizli” olsa gerek, kapısında ne olduğu da yazmıyordu. Şimdi koca koca harflerle yazıyor ne olduğu.
Yahu kardeşim, artık nasıl bir dünyada yaşadığınızın farkında olun! Bilmiyorsanız da teknolojinin nerelere geldiğini bilenlere sorun, öğrenin. Sizin “yasak” diyerek fotoğraflarını çektirmemek uğruna, fotoğrafçıları, gazetecileri tartakladığınız binaları elin oğlu uzaya fırlattığı yüzlerce uyduyla gece gündüz canlı olarak izliyor! Komik olmayın, bırakın yaşadığımız şehri, ülkeyi doya doya fotoğraflayalım. Artık casuslar eskisi gibi kravat iğnelerine gizledikleri kameralarla dolaşmıyorlar.