“İnsan ömrü doğumdan ölüme uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir…” der Maria Puder, nam-ı diğer Kürk Mantolu Madonna. İlkokuldaki sınıfımızda öğretmenimizin bize yaptırdığı mevsimler, haftalar döngüsünü gösteren renkli panolar gelir aklıma her mevsim dönüşünde. Yalancı baharlara kanıp umarsız çiçek açtığımız yılları geride bırakınca anladık kabahatin bizde değil, baharda olduğunu. Her Pazar’ın yıkanmak istemeyen çocuklarıydık, her pazartesi günü söylenerek işe giden koca koca adamlar, kadınlar olduk. Bir yılda 52 hafta vardı, öyle öğretmişlerdi, peki bir yılda kaç Cumartesi vardı?
Bir Cuma sabahı Hasan Mutlucan ile uyandığında, o Cumanın ertesinde her şeyin çok güzel olacağına inanan vatandaşları vardı bu ülkenin. Sonra o vatandaşlar Anayasa’ya neredeyse yüzde yüz oranında evet oyu verdiler. 30 yıl sonra o “neredeyse”yi oluşturan mutsuz azınlıktan bazıları, mutlu çoğunluğa mı dahil olmuştu da yetmez ama evet demişti? Sonraları bazıları “yetti artık hayır” dediler de iş işten mi geçmişti? Memleketteki anarşiyi canı isteyince şıp diye durduruveren ordunun başındaki, bugünlerde “her şeyi bilerek, darbeye zemin oluşturmak amacıyla yaptık” diyor gerine gerine. Dünya kendi ekseninde dönüp duruyor da, yeryüzünün en uzun gecesi bitmek bilmiyor.
“Camide içki içtiler, görüntüler bu Cuma’ya” denilmesinin üstünden geçen 86. Cuma’yı da idrak ettik, hamd mı olsun? Yaşadığımız o bitmeyen, bir türlü gelmek bilmeyen Cuma’nın ertesidir. Analar ağlamasın diye nutuk söyleyenlerin, 20 yaşındaki kızını vahşete kurban vermiş bir anneye taziye bildirirken, kendisi de kadın olduğu halde yavrularını koruyan şahin edasından vazgeçip akbabalaşarak” il başkanımız da burada” diyebildiği, bunu duyurmaya çalıştığı coğrafyadır burası. 20 yaşındaki oğlunu tenekeden karakolda yitiren babanın isyanını görmezden gelen, “bu benim cananımdı, kimse beni üzülmekten, yanmaktan alıkoyamaz” diyen bir babaya susmasını emreden muktedirlerin ülkesidir burası. Bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesidir.
“Hiçbir şey değil, sadece bir mezar istiyorum”. Böyle dedi kadın. Truva atının bir felaket getireceğini söyleyen ama kimseyi kendisine inandıramayan Cassandra kadar çaresizdi. 20 yıldır çürümüyordu tontonun kemikleri, bazılarının ise kemikleri dahi bulunamıyordu. Defin işlemini görmeyince kabullenemez insan sevdiğinin öldüğünü, o fakirin ekmeği olan umut eziyete dönüşür, o umut onu öldürür. Kimse anlamak istemiyordu. Bir çocuğun annesine (kaybolduğu yaşta çocuktu çünkü) “feribota bindi, daha sonra da kayboldu” denilmişti. Küçükken annelerimiz elimizden bir şey almak istediğinde “bak havada kuş var” der, sonra da “aaa gitmiş” diye kandırırlardı. Bir toplum bir türlü olgunlaşamadığından çocuk gibi kandırılıyor hala. Analar, fikirlerden oluşan erkek dünyasına duyarlılıkları ile karşı duruyorlar. Evladını yitiren anneye hiçbir fikir anlamlı gelmiyor çünkü. Faşizm kendi meşruiyetini sağlamak için meşru kabul ettiği alanı daraltıyor. Hiç kimse makbul olamıyor, herkes maktul oluyor böylece. Makbul olan alan daraldıkça, o kocaman boşlukta bir toplum bütünüyle, bütün renkleriyle kayboluyor.
Uludere’de oğlunu yitiren bir anne olan Emine Ürek, asker taşıyan minibüs köyünün yakınında devrilince eli yüreğinde yardıma koşuyor. Bir asker ona sarılıp “anne beni bırakma” diyor, o da “buradayım oğlum merak etme bırakmam” diyor. Asker oracıkta can veriyor sonra. Bir ana diğerinin ağıdını dinlerken kendi ağıdını yakıyor. Bitmeyen yaslar ülkesinde çok uzun sürecek bir karanlık için stoklanmış mumlar gibi yanıyor analar her bitmeyen cumanın ertesi. Pazar günlerinin mutlu anneleri topluca Cumartesi annesi oluyor. Sonunda iki sıfır olmadığından yine duyulmayacak sesleri, bu hafta 517. Kez. Bir yılda 52 hafta var, bu coğrafyada her gün birine Cumartesi.