Başlıktaki ifadeyi Türkiye, Suriye ve Irak’ta PKK’ye karşı yapılan operasyonlara ilişkin resmi açıklamalarda çok sık duyarız.
Resmi açıklamalara temkinli yaklaşmak gazetecilikte mesleki reflekstir. Gazeteci resmen açıklanana değil, resmen açıklanmayana dikkatini yöneltir; hakikati resmen açıklanmayanda arar.
Aktif muhabirliği bırakalı epey oldu; mesleki refleksim yerinde dursa da, resmi açıklamalara ilgim hayli azaldı. Tarihçi yazar Ayşe Hür yazmasa, başlıktaki ifadeyi içeren resmi açıklamalardaki ilginçliği ben de fark etmeyecektim.
Ayşe Hür, Paris olimpiyatlarının açılışını TRT ekranında izlerken, alt yazı geçmiş: “11 terörist etkisiz hale getirildi.”
Bunun üzerine Ayşe Hür, internete “TSK ve 11 terörist” diye yazıp aramış. Ortaya şöyle bir liste çıkmış:
24 Aralık 2016’da 11
5 Mart 2017’de 11
19 Nisan 2017’de 11
17 Mayıs 2017’de 11
25 Ekim 2017’de 11
28 Aralık 2017’de 11
7 Haziran 2018’de 11
4 Temmuz 2018’de 11
23 Temmuz 2018’de 11
31 Ekim 2018’de 11
11 Eylül 2019’da 11
20 Nisan 2020’de 11
27 Haziran 2022’de 11
8 Kasım 2022’de 11
26 Haziran 2023’te 11
5 Şubat 2024’te 11
10 Mart 2024’te 11
13 Mayıs 2024’te 11
25 Haziran 2024’te 11
13 Temmuz 2024’te 11
26 Temmuz 2024’te 11 “terörist etkisiz hale getirilmiş.”
Ayşe Hür, “11 adeta mistik bir sayı. İnanılmaz değil mi?” diye eklemiş.
***
Ayşe Hür’ün yazısını okuduktan sonra ben de internete “11 terörist etkisiz hale getirildi” diye yazıp aradım. Ayşe Hür’ün listesine aşağıdaki tarihlerde “etkisiz hale getirilenler” de eklendi:
27 Haziran 2017’de 11
14 Mart 2020’de 11
17 Eylül 2020’de 11
23 Eylül 2021’de 11
23 Nisan 2022’de 11
9 Mayıs 2022’de 11
13 Mayıs 2022’de 11
20 Ağustos 2022’de 11
20 Ocak 2023’te 11
3 Temmuz 2024’te 11
19 Temmuz 2024’te 11
***
Gerçekten de Ayşe Hür”ün dediği gibi “11” mistik bir sayı gibi.
Mistik sayı keşfinin ardından gazetecilik damarım kabardı, albaylıktan emekli bir devre arkadaşımı aradım; onlarca kez 11’er 11’er etkisiz hale getirmelerin sırrını sordum. Kuleli’den ve Harbiye’den devre arkadaşım, kuşkularımı doğrulayan çok şey anlattı. Anlattıklarını burada yazıp ne kendi başımı derde sokayım ne de devre arkadaşımın başını.
Esasen, DÖRDÜNCÜ ORDU MEDYA adlı kitabımda bu konuyu naçizane irdelemiştim. Sadece, çeşitli düşünürlere atfen, “Savaşta önce gerçekler vurulur” özdeyişini aktarmış olayım.
***
Burası Türkiye, yani bir zamanların ünlü deyişiyle Küçük Amerika.
Sadece Küçük Amerika’da değil, Büyük Türkiye’de de, yani ABD’de de savaşta önce gerçekler vurulur. Adı geçen kitabımda anlattığım üzere ABD’nin bütün savaşlarında psikolojik harp cephesinde enformasyon akışı yalan üzerine kuruludur.
Savaşın, siyasetin ve devletin yönetiminde iletişimin neden yalan üzerine kurulu olduğunu sorgulayan düşünürlerden biri de Hannah Arendt’tir.
Hannah Arendt, Siyasette Yalan başlıklı makalesinde, ABD’nin Vietnam Savaşı’na ilişkin gizli bilgileri içeren 47 ciltlik Pentagon belgelerini incelemiş; sonuçta, yalanı savaş iletişiminin ve karar sürecinin merkezine yerleştirmiş ve savaş iletişimini “yalan ifadelerden oluşan bataklık” olarak betimlemiş. Arendt’e göre yalanın hedefi düşman değil, savaşı yöneten karar süreci ve iç kamuoyudur. “Hakikatsizlik” (yani yalan-RY) hükümet düzeyinde kararlılıkla benimsenmiştir ve asker/sivil her kademede göz yumulmaktadır: “Yalanlar –‘arama ve imha’ harekâtlarının düzmece ceset sayıları, hava kuvvetlerinin gerçekleri çarpıtan hasar tespit raporları, kendi yazdıkları raporlar üzerinden performanslarının değerlendirileceğini bilen astların savaş alanından Washington’a ilettiği ‘ilerleme raporları’- insanı kolaylıkla olayın tarihsel arka planını unutmaya yöneltebilir.” (Ne kadar tanıdık değil mi?)
Arendt’e göre savaştaki kandırma süreci, modern yalanın totaliter olmayan bir versiyonudur; ABD’nin iç ve dış siyasetinin altyapısını oluşturur. Çünkü doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdem sayılmamış, yalan ise siyasette her zaman kullanılabilir araç olarak görülmüştür. Gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, insan günahkârlığının tesadüfi sonucu olarak siyasete sızmış değildir; yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur.
Yine Arendt’e göre, ahlaki öfke ve tepki yalanı yok edemez. Çünkü, “Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır. Yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu bilmenin sağladığı büyük avantaja sahiptir. Yalancı, toplumun tüketimine sunacağı hikâyesini hazırlarken, hikâyesinin inandırıcı olmasına dikkat etmez. Oysa gerçekliğin bizi hiç ummadığımız şeylerle karşılaştırmak gibi rahatsız edici bir alışkanlığı vardır ve biz her seferinde buna hazırlıksız yakalanırız.”
Yani Arendt demeye getiriyor ki, dost acı söyler, gerçekler acıdır, insanlar özel hayatta ve siyasette yalan şeyler duymaktan hoşlanırlar ve yeri geldikçe yalan söylerler.
“Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım desek, seçmenimiz inanır” itirafını duysaydı Arendt, kim bilir makalesinde başka ne gibi değerlendirmelere yer verirdi?
Arendt’in söylediği gibi hakikat rahatsız edici ve yalan çekici olsa da, siyasetçi izler kitlenin duymak istediğini söylese de insan yine de kabullenemiyor utanmadan arlanmadan pervasızca yalan söylenmesini.