Safa Tekeli / Ajans Bizim – Anayasa’da, 10 Nisan 1928’de yapılan değişiklikle, 2’nci maddesinden “Türkiye Devletinin dini, dini İslam’dır”’ hükmü çıkarılarak, laikleşme yoluna gidildi.
Osmanlı döneminde, Tanzimat’ın ilanından sonra, zaten hukuki ve idari bakımdan laikleşme yönünde adımlar atılmaya başlandığı görülür. Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilince, Saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırılır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla devletin laikliğe yönelişinin adımları atılır. Bazı gelişmeler, devlet içinde farklı konum yaratması nedeniyle Halifeliğin kaldırılması gündeme gelir. 3 Mart 1924’te kabul edilen yasayla Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının sınır dışı edilmesine karar verilir. Halife Abdülmecit de 4 Mart sabahı ülkeden ayrılır. Aynı gün “Tevhidi Tedrisat” (öğretimin birleştirilmesi) yasasıyla da bütün okullar Millî eğitim Bakanlığı’na bağlanır. Ardından medreseler ve mahalle mektepleri kapatılır. Bir başka yasayla da “Şer’iye ve Evkaf ve Erkanıharbiyei Umumiye Vekâletleri (bakanlıkları)” kaldırılarak; yerlerine Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulur; Genelkurmay Başkanlığı oluşturularak, hükümetten ayrılması öngörülür.
Anayasal laikliğe doğru
Mustafa Kemal Atatürk, Anayasa’nın 2’nci ve 26’ncı maddeleriyle ilgili görüşlerini 1927 yılında verdiği “Büyük Nutuk”ta ilk kez dile getirir. İstanbul gazetecileriyle 16ı17 Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında, bir gazetecinin “Yeni hükümetin dini olacak mı?”’ sorusuyla karşılaştığını anlatan Atatürk, Nutuk’ta şöyle der: “İtiraf edeyim ki, bu soruyla karşılaşmayı hiç de istemiyordum. Sebebi, pek kısa olması gereken cevabın, o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemeyişimdir. (…) Efendiler, gazetecinin sorusuna karşı: ‘Hükümetin dini olamaz!’ diyemedim; tersini söyledim: ‘Vardır efendim, İslam dinidir’ dedim. Ama hemen: ‘İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır.’ diye sözlerimi açıklamak ve yorumlamak gereğini duydum.”
Atatürk, yeni anayasa (1924) yapılırken de “laik hükümet” teriminden dinsizlik anlamı çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek amacıyla, “yasanın ikinci maddesini anlamsız kılan terimin konulmasına göz yumulduğu”nu belirtir. Atatürk, şunları kaydeder: “Anayasanın ikinci ve yirmi altıncı maddelerinde gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti ile cumhuriyet yönetiminin çağdaş karakteri ile bağdaşmayan terimler, devrim ve cumhuriyetçe, o zaman için sakınca görülmeyen ödünlerdir. Ulus, Anayasamızdan bu gereksiz terimleri ilk elverişli zamanda kaldırmalıdır!”
Vallahi yerine söz veririm
Atatürk’ün 1927 yılında işaret ettiği bu Anayasa değişiklikleri, 10 Nisan 1928’de gerçekleştirilir. İsmet İnönü ve 120 arkadaşının önerisi üzerine, 2’nci maddeden “Türkiye Devletinin dini, dini İslam’dır” hükmü ile 26’ncı maddeden “ahkâmı şer’iyenin tenfizi” (şeri hükümlerin uygulanması) cümlesi çıkarılır. 16’ncı maddede yapılan değişiklikle milletvekillerinin, 38’inci maddedeki değişiklikle de cumhurbaşkanının ant içerken “vallahi” yerine “namusum üzerine söz veririm” diyecekleri hükme bağlanır.
Atatürk’ün el yazısıyla laiklik:
CHP Kongresi (1937) için hazırladığı program taslağında, şöyle yazar: “Devletin esas kuramı: Türkiye; ulusaltçı, halkçı, devletçi, dışdinseltçi ve devrimci bir cumhuriyettir.”
Atatürk, laiklik yerine, “dışdinseltçi” (dindışılık) kelimesini tercih ediyor; ancak dindışılık yanlış anlamalara yol açabileceği için “laiklik” kullanılıyor.
İnanan bir Müslüman’ım
Münir Hayri Egeli, “Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” kitabında, Trabzon’a ziyaretinde (1924 Anayasası yürürlüktedir), Atatürk’ün, öğretmenlere, “Osmanlı İmparatorluğu, Türk tarihinde din ile devlet işini birbirine karıştırma hatasının son kurbanıdır” dediğini aktarır. Orada bulunan Trabzon’un çok saydığı müftüsü Cudi Efendi, bu sözlerden incindiğini hissettirir bir harekette bulunur. Bunun üzerine Atatürk şu açıklamayı yapar: “Sözlerimi açıklayayım. Ben dinin insan ruhu için bir ihtiyaç olduğunu kabul ediyorum. Şahsen ben de inanan bir Müslüman’ım. Fakat şunu da açık olarak söyleyeceğim: Din, ne zaman devlet ve dünya işlerine müdahale etmişse ulus için bir felaket olmuştur.”
Kuran’ına bağlı inançlı bir Müslüman olan Aziz Hakkı Bey, Atatürk’ün ölümünden sonra yazdığı “Atatürk ve Türkler” adlı eserinde şunları kaydeder: “Din ve mezhebi ne olursa olsun bütün Türkler tam ve mutlak onur ve vicdan hürriyetine eriştiler. Kanun karşısında herkes eşittir. Her fert aynı siyasi ve medeni hakka sahiptir. Türkiye Millet Meclisinde bir Musevi, bir Ortodoks ve bir Ermeni milletvekili vardır. Bu yolla kilise ile devleti ayıran Avrupa devletlerine uyulmuştur. Yeni Türkiye halkının ve başlarındaki Atatürk’ün “Allahsızları” taklit etmek istediklerini, İslam inançlarına tecavüz ettiklerini zannedenler aldanırlar.”
Büyükelçi Bischoff
Avusturya’nın Ankara Büyükelçisi Norbet Von Bischoff da “1930’larda Ankara” adlı eserinde halkın din devrimlerine sesini çıkarmamasını hayretle karşılar. Avrupa’da benzer reform hareketlerinin toplumsal olaylara yol açtığına işaret eden Bischoff, “Türk milletinin kendisine gelince; o, bütün bu olaylara, belki de Müslümanların bizzat kendisine aşılamış olduğu bir liyakatle bakmış, anlamıştır ki kalkan şey, din değil, softaların tahakkümüdür” der.