“Olağanüstü” değil “olağan ötesi” günlerden geçiyoruz. Ne Kafka’nın ne George Orwell’in düş gücü yeter bugünleri anlatmaya. Ülkede hemen her gün tanık olduğumuz akıl almaz gelişmeler, “Bu kadar da olmaz yahu!” dedirtse de artık “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” dönemindeyiz…
Bu köşede olabildiğince dil yazılarıyla sınırlı kalmaya çalışıyorum. Ama bazen sabır taşı çatlıyor! Öyle şeyler oluyor ki “Yazmasam deli olacağım” duygusu ağır basıyor…
* * *
104 emekli amiralin Montrö Sözleşmesi ve “Sarıklı Amiral” konulu açıklamasını, “iktidarın ekmeğine yağ sürmek” olarak değerlendirmiş “yetmez ama evet”çi kalemlerden biri!
Daha yakınlarda “dersimi aldım” demişti ama demek ki huylu huyundan vazgeçmiyor! “Liberal mikrop” bir kez girmişse içinize, ondan kurtulmak kolay değil. Her yanılgınızdan sonra “Biraz sazanlık ettim” deseniz de aynı yanlışı yinelemeden duramıyorsunuz…
Duyurunun “darbe çağrışımı” yapan bir metin olmadığını, kaldı ki emekli amirallerin darbe yapacak olanakları bulunmadığını kendisi de söylüyor ama “imzacıların, emekli de olsalar üst rütbeli subay kimlikleri” rahatsız etmiş onu. Yanı sıra başka şeyler de ima ediyor: “Bunca imzayı bir araya getiren bir metin öyle bir gecelik can sıkıntısının sonucu değildir. Düşünülmüş, taşınılmış, tartışılmıştır. Söylediklerine değil söyleyenlere bak!”
“Eski solcu” arkadaşımız, içerik tartışmasından özenle kaçınarak sağcı muhalefetin tutarsız savları üzerinden biçim eleştirisi yapıyor. Başka bir deyişle, “mazruf”u bırakıp “zarf”a takılarak “şekil” açısından “zevzeklik” ediyor! Takıldığı ve de eleştirisini dayandırdığı tek somut olgu ise “bildirinin yayın saati”…
Bu konuda yazıp konuşan başka kişiler de “Neden gece yarısı yayımladılar?” sorusunu dolamışlar dillerine. Sanki görüş açıklamanın belli bir saati varmış gibi…
Oysa artık biliniyor ki, duyuru metni, adı “Ergenekon kumpası”yla anılan bir “gazeteci”ye “içeriden” sızdırılmış ve “darbe çağrısı” süsü verilerek gece yarısı yayımlanmış. Kumpassever “gazeteci”, yayından önce Saray’ı arayıp bilgi verdiğini de gizlemiyor. Dahası, “Bu bildirinin hükümetteki bir bakana da gönderildiğini” söylüyor. Herhalde Tarım ve Orman Bakanına gönderilmemiştir! Zaten Süleyman Soylu’nun “O gece sabaha kadar hiç uyumadan çalışıp imzacı amirallerin CHP’li akrabalarını araştırdık” sözü her şeyi açıklamıyor mu?
Ayrıca İletişim Başkanlığı’nın o gece tüm devlet kurumlarını harekete geçirerek “kınama” yarışını başlatması ve “darbe” yaygarasını köpürtmesi boşuna mıydı?
* * *
Emekli amiralleri “darbeci” gösterme çabasının altında, iktidarın her eleştiriyi kriminalize etme ve muhalifleri “darbeci, terörist” gösterme kurnazlığı yatıyor.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sürmekte olan haklı direnişi de benzer suçlamalarla karşılaşmadı mı? “Kayyım rektör istemiyoruz” diyen öğrenciler gözaltına alınıp tutuklanmadı mı? Hatta aynı kurumun saygın bir hocasına “Teröristin provokatör karısı” diye hakaret edilmedi mi?
Peki, bu saldırılar karşısında -aralarında liberal yazarların da bulunduğu- kimi aydınlar ne yaptı? 147 imzayla “Zulme ve baskıya boyun eğmeyeceğiz. Aşağıya bakmayacağız” bildirisi yayımlamadılar mı?
Konuya “provokasyon” mantığıyla bakarsanız böyle bir bildirinin yayımlanmasını da yanlış bulabilirsiniz. Çünkü “darbe paranoyası” yaşayan ve “Gezi” travmasını henüz atlatamamış olan iktidar, her demokratik eylemi bu gerekçeyle acımasızca bastırmaya çalışıyor. Şimdi, “Boğaziçi direnişi iktidara aradığı fırsatı ‘altın tepsi içinde sunuyor’. Zihinlerde Gezi’yi çağrıştıracak eylemlerden kaçınalım” deme lüksümüz var mı? Onlar kullanacak diye vaz mı geçeceğiz?
Eğer her demokratik çıkışı “provokasyon” kaygısıyla itibarsızlaştırmaya çalışırsanız, siz de bu iktidarın kendiliğinden gitmesini bekleyenler kervanına katılmış olursunuz.
O zaman da muhalefeti “yeterince etkin mücadele etmiyor, iktidarın çizdiği sınırlar içinde davranıyor” diye eleştirme hakkınız olmaz.
Aşağıya bakmayacaksak yukarıya kaldıralım yüzü!