Bilmek, yazmanın önkoşuludur. Çünkü yazının yapısı bilgi taşlarıyla döşenir. Bilgi olmadan sağlam bir yapı oluşturamazsınız…
Ama bilmek, yazmak için tek başına yeterli değildir. Nasıl ki bir mimar, yapı malzemelerini gelişigüzel kullanamazsa, yazar da bilgi taşlarını dilin kurallarına uygun biçimde sözcüklere dökmek durumundadır. Şiiri ayrı bir yere koyuyorum; o çok özel bir yazın türüdür. Ama düzyazının da olmazsa olmaz kuralları, gereksinimleri vardır. Sözgelimi denemeyi ve eleştiriyi ele alalım. Bu tür yazıların da söylemsel bir gücü, dilsel bir tadı olması gerekmez mi? Sıradan karalamalarla yazınsal metinlerin farkı ancak böyle anlaşılır.
Bir konunun uzmanı olmak, o konuda düzgün şeyler yazmaya yetmiyor. Bilgi birikimi yanında dili de iyi bilmeniz; doğru, güzel ve etkili kullanma becerisini göstermeniz gerekiyor…
* * *
Gazetemizin sinema yazarı Tuğçe Madayanti Şen’in Türkçesi konusunda eleştiriler alıyorum. Dil titizliğini yakından bildiğim İzmirli hukukçu okurumuz Nuray Tülek de son mektubunda aynı konuya değinmiş:
“Merhaba Attila Bey,
Cumartesi sabahları yazınızla başlıyorum güne. İyi ki yazıyorsunuz 🙂
Dün izlediğim filmle ilgili BirGün’de bir yazı görünce okuyayım dedim, keşke hiç görmeseydim! Tuğçe Madayanti Şen’in (baştan sona sorunlu) yazısından bir tümceyi aşağıya aktarıyorum:
“…Bir çocuğun zihnine sahip bir kadının vücuduna sahip Bella’nın yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi beceriksizce yürüyor, yemeğini tükürüyor, durduğu yere idrarını yapıyor oluşu ve çok geçmeden kendisinin cinsel bir varlık olduğunu keşfediyor oluşu, Emma Stone’un cesaretiyle fiziksel ve zihinsel olarak kendini adamış performansı sayesinde harika sonuçlanmış…”
Size sorum şu: Köşeyazarı yazısını tamamladıktan sonra başa dönüp tekrar okur mu, okumadan yayımı için gönderir mi? O okumuyorsa gazetede bu yazıları okuyacak başka kimse yok mudur?
Keşke herkes işini özenle yapsa ne güzel olurdu!
Saygı ve sevgilerimle.”
* * *
Kendi adıma söylemem gerekirse, ben yazılarımı en az on kez okumadan göndermiyorum gazeteye. Böyleyken, yine de belki gözümden kaçan bir şey vardır diye sayfa editörünün de okumasını özellikle istiyorum.
Tuğçe Hanım, ABD’de sinema eğitimi almış biri. Yurtdışı ve yurtiçi televizyon deneyimi de var. Ama televizyonculukla yazarlık farklı şeyler! Yazarlığın başta gelen koşulu, dili doğru kullanmaktır.
Nuray Tülek’in Tuğçe Madayanti’den aktardığı tümcedeki yanlışlardan çok daha fazlasını, bu arkadaşımızın başka yazılarından örnekleyebiliriz. Ama buna şimdilik gerek görmüyoruz. Yukarıdaki alıntı bile durumu apaçık göstermeye yetiyor…
* * *
KREDİLER NASIL GERİ ÇAĞRILIR?
25 Ocak 2024 tarihli Cumhuriyet gazetesine göre, bankalar kredilerini geri çağırmış! Doğrusu merak ettim: Krediler de bankaların bu çağrısına uyup tıpış tıpış geri dönmüşler mi acaba?
Bize garip gelse de bu “krediyi geri çağırma” lafı, bir bankacılık jargonu olmalı. Müşterisine açtığı kredinin geri ödenmesinde risk gördüğünde, bankanın bunu vadesinden önce geri istemesi anlatılmak isteniyor herhalde. Ama neden böyle söylenmiyor da “krediler geri çağrılıyor”; işte ben bunu anlayabilmiş değilim!
* * *
HAFTANIN NOTU
Doğaya ve İnsana Kıyanlar!
Çokuluslu şirketlerle onların yerli işbirlikçilerinin para hırsıyla doğaya ve insana nasıl kıydıklarının yeni bir örneğini, hafta içinde Erzincan’da gördük. İliç ilçesine bağlı Çöpler Altın Madeni‘ndeki siyanürlü toprak yığınının kayması sonucu dokuz işçi, tonlarca zehirli çamurun altında kaldı. Bu vahşi çevre kırımı, “olası kasıtla”, bile isteye gerçekleşti ve madende çalışan emekçiler göz göre göre ölüme sürüklendi…
“Yerli ve milli” Çalık Holding ile ABD’li ortağının işlettiği madende bu felaketin yaşanması kaçınılmazdı. Çünkü uzmanlar ve bilim insanları gerekli uyarıları zamanında yapmış, ancak ilgili bakanlıklar ve şirket yönetimi hiçbir önlem almamıştı.
İliç’teki çevre cinayeti, şimdi basit bir “toprak kayması” gibi gösterilmeye çalışılıyor.
AKP iktidarında yıllardır aynı acımasız oyun sergileniyor. 2014 yılında Soma’da 301 madencinin yaşamını yitirdiği faciadan sonra Tayyip Erdoğan, “Ölüm bu işin fıtratında var” demişti. 42 işçinin öldüğü 2022’deki Amasra grizu patlamasında da “Biz kader planına inanıyoruz. Bunlar her zaman olacaktır” diyerek olayı “kader”e bağlamıştı.
Yerli ve yabancı şirketler, siyanürle altın çıkarmak için ülkenin dört bir yanını delik deşik ederek köstebek yuvasına çevirdiler. Para babaları kârlarına kâr katsın diye doğamız, çevremiz, toprağımız, suyumuz zehirleniyor. Tehlike, sanıldığından daha büyük. İbrahim Kaboğlu Hocamız, “ekokırım suçu”na dikkat çektiği BirGün’deki yazısında, “İktidar bekası için ülke yok ediliyor” uyarısında bulunuyor.
Kuyrukları her sıkıştığında “bayrak” ve “ezan” edebiyatı yapanlara anımsatalım:
Ülke elden giderse bayrak da iner, ezan da susar!