“Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz
diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete değer
mi diyorsanız, Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak
‘evet, değer’ diyorum. Çünkü Türk’üm ve başka
Türkiye yok!!!…”
diyen bir yurtsever, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü olarak,
Abdullah Gül’e sorduğu soru ve aldığı cevabın da gösterdiği
üzere, ne olduğunu çok iyi bildiği, Amerikancılığını
“Amerika ne isterse yapacağız” diyerek pervasızca
sergileyen AKP’ye niye gitsin Necip!
Bir yanda kendisini “Atatürk’ün manevi mirasçısı”
olarak tanımlayan Necip; öte tarafta, hem de iktidarda AKP
varken Cumhuriyeti yıkıp yerine şeriatı getirmek üzere
darbeye kalkışan, TBMM’ni bombalayan bir kara şeriatçılar
çetesi ve onun hamisi, Atatürk’e “ayyaş” demeye cüret eden AKP!!!
Bu, Necip’e karşı çok büyük bir haksızlık, daha ötesi saygısızlıktır.
Onun inancı, ideolojik kimliği, kişiliği küstahça çiğnenmiştir.
Ali TARTANOĞLU
Bu yazı, Necip Hablemitoğlu davasının iddianamesi çok dikkatle okunduktan ve duruşmaların ilk iki günü yine dikkatle izlendikten sonra yazıldı. Önce kafamızdaki her şeyi boşalttık. Yazının bu ham halini demlenmeye bırakıp izlemeye, gözlemeye devam ettik davayı. Duruşmaların iki haftası, sekiz duruşması artık geride kaldı. Yanmaya bırakmadan pişmiş hale getirmek gerek…
Necip Hablemitoğlu benim ARKADAŞIM! 1980 öncesi şartlarının farklı kamplarında önce dövüştük, sonra dost olduk.
Dünyanın bütün modern demokratik ülkelerinde, bu arada bizim yasalarımızda, bütün hukuk literatüründe hukukun genel ilkelerine göre, savcı her türlü delili toplar; sadece sanık aleyhine olanları değil, lehine olanları da… Şahsen, vicdanen, mantıken, samimiyetle sanığın suçlu olduğuna inansa bile, yeterli delil, tanık bulamamışsa beraat istemek zorundadır! Bunun, bütün dünyada, tarih boyunca sayısız örneği var. Ama ne yazık ki Türkiye’de savcılık, kahir ekseriyetle mahkûmiyet kurumu gibi çalışır.
Hiç kimsenin bu iddianame için “paçavradır” diye düşündüğünü sanmıyorum. Yetersiz, özensiz, asla çözüm önermeyen (belki başka amaçlar güden, eğer güdüyorsa, sırf bu nedenle bile paçavra olmayan) bir iddianamedir; doğru! Ya da hiç iddianame değildir. Çünkü neyi iddia ettiği anlaşılmıyor. Müdahil avukatın aksi iddiasına karşı “paçavradır” diyen sanık avukatının dahi kastının bu olduğunu sanmam. İddianame nasıl nitelenirse nitelensin, altındaki imza sahibinin unvanında “Cumhuriyet” var. Her iki taraf için de “Cumhuriyet” adına incitici, üzücü.
Son söyleneceği ön söylemek gerekirse; bu davada halihazır sanıklar mahkûm olursa ben ARKADAŞI NECİP’in gerçek katillerinin cezalandırıldığına inanmayacağım! Çünkü BU İDDİANAME HABLEMİTOĞLU SUİKASTİNİ ÇÖZMEK AMACIYLA YAZILMAMIŞ! “Paçavra” tabirin kullanılmasına asıl fırsat doğuranın, zemin hazırlayanın bizzat iddianame olduğunu söylemek şart.
2002-15 arasındaki 13 yıl boyunca hemen hemen hiç kimse bu davayla, soruşturmayla ilgilenmemiş; ilgilenenler de adeta örtbas etmek üzere ilgilenmiş. Bütün bu süre boyunca dosya düpedüz boş kalmış. 13 yıl sonra 2015’te sanki gökten bir elma düşmüş, birden dava bir canlılık kazanmış. Ama iddianamenin yazılıp mahkemeye sunulması da bir 7 yıl sürmüş Ve dava ancak 2022 Aralığında, yani Necip’in katlinden ancak 20 yıl sonra, zaman aşımı süresinin dolması ramak kala açılabilmiş. Zamanaşımı 2025’te dolsaydı dava da 2025 Aralığında mı açılacaktı acaba? YA DA YAKLAŞAN BİR KRİTİK SEÇİM MİYDİ ÖNEMLİ OLAN?..
Bir iddianamenin hazırlanması 7 yıl mı sürer? Hani geciken adalet, adalet değildi!
İddianamenin en sorunlu tarafı, 364 sayfanın temelden kiremite kadar SADECE ÜÇ KİŞİNİN, ZİHNİ ÇAKIR, BAYREM ÖZBEK, NURİ GÖKHAN BOZKIR’IN ispat edilmemiş, tartışmaya son derece açık ifadelerine dayanması…
BAYRAM ÖZBEK, Necip’in de KÖSTEBEK’te vurguladığı üzere daha 1990’larda, Türkiye’de şeriatçı Fetullahçılara karşı dişe diş mücadele eden kuruluşlardan Çağdaş Eğitim Vakfına (ÇEV) sızdırılmış, Vakfın başına bela olmuş bir ajan-provokatör POLİS!..
NURİ GÖKHAN BOZKIR, adı Sauna Çetesi, MİT Tırları, Urfa Çetesi davalarına karıştığı için yargılanan, bu yüzden ordudan ihraç edilmiş bir subay. Ama duruşmadaki savunmasında, silah ticaretindeki maharetini anlatırken Altay tanklarının motorunu Türkiye’ye bir şekilde(!) ithal ettiği, teknoloji casusluğu, kaçakçılığı yaptığı ile de övünebiliyor. Bir yandan yargılandığı davalar ve ordudan ihraç edilmenin tepkisiyle, bir yandan gördüğü baskı, hatta işkenceler nedeniyle Zihni Çakır’ın telkinlerinin çok etkisinde kalarak bir senaryo yazdığını (bize göre yazılmış bir senaryoya figüran olduğunu), yalan söylediğini söylüyor savunmasında. Böylece, müdahil avukatların belki haklı, ama dikkatsiz bütün çabalarına rağmen iddianame komaya giriyor. Bir sanık, öyle veya böyle, şu veya bu nedenle, o veya şu baskıyla duruşma sırasında, mahkeme heyeti huzurunda, “ben telkin, baskı altında bazı isimleri polise, savcıya verirken yalan söyledim” diyor, bu sözler de tutanaklara giriyorsa, bir müdahil avukatının “yine de bu iddianame paçavra değildir” görüşü yine önemlidir ama son derece tartışmalıdır. Usul hukukunda ispat külfeti iddia sahibinin omzundadır. Müdahil avukatları paçavra değildir iddialarını bu noktaya kadar ispat etmiş değil bize göre.
Bozkır, aynı zamanda biraz da kendi zaafları yüzünden yaşadığı gerçekten ağır zorluklar, muhtemelen yetiştiği aile koşulları nedeniyle dağılmış, parçalanmış bir kişilik… Biraz belki maddiyatçı, bunun gerektirdiği kadar uyanık. Aptal değil. Ama kendi asker kafasının, mantığının dışında, ötesinde, kendisininkinden daha uyanık katakullilerle karşılaşınca, bunlara zekice bir iradeyle karşı koyma yeteneğinden yoksun. Bir ÖKK subayı olarak ölümden korkmamış ama bu katakullilerden, oyunlardan, işkenceden korkmuş; her türlü baskıya, telkine açık hale gelmiş. Mahkeme huzurundaki savunmasının üçte birini ağlayarak, ağlarken fenalaşarak geçirdi. Rol dahi olsa… Becerebildiği bu!.. Söyleyebildiği tek mantıklı söz “ben katil değilim…” Etkileyici, inandırıcı sözleri de var; “Oğlum bana ‘baba sen katil misin’ diyor”, buna örnek…
ZİHNİ ÇAKIR, Ergenekon davalarından itibaren, Amiraller davası dahil son derece kötü ünlü bir isim! Kullanışlı aptal değil… Kullanışlı ajan provokatör! Bu davayla, bütün bu kötülüklerinin üstüne tam anlamıyla tüy dikmiş. Duruşmaların ilerleyen aşamalarında sanık avukatları, Zihni Çakır’ın bizzat savcıyla birlikte çalıştığını iddia ettiler. Bu duruşmalara, duruşma savcısı değil, yarısından sonra bizzat iddianame savcısı katıldı. Hiç itiraz etmedi!
Nadir Nadi, vaktiyle Kenan Evren’e bakıp bakıp “o Atatürkçüyse…” mealinde, “BEN ATATÜRKÇÜ DEĞİLİM” diye kitap yazmıştı.
Sürekli basın kartı sahibi 50 yıllık gazeteciyim. İran-Irak savaşının devam ettiği 1987-88 yıllarında resmi Anadolu Ajansı’nın Bağdat temsilcisi, yani savaş muhabiriydim. Mustafa Ekmekçi yönetimindeki Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin üç dönem dış ilişkilerden sorumlu genel sekreter yardımcısıydım. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının mütevazı gazetecilik okulunda yaklaşık 30 yıldır “Uğur Mumcu Gazeteciliği” dersini vermeye çalışıyorum.
“ZİHNİ ÇAKIR GAZETECİYSE BEN GAZETECİ DEĞİLİM!”
İddianame temeline oturtacak kadar ona güvenmiş, inanmış görünüyor. Buna karşılık sanıklar aleyhinde olduğu kadar lehinde deliller toplamakla da görevli savcı, sanıkların söylediği hiçbir şeye inanmamış; savunmalarını yaparken söylediklerine göre sanıkların getirdiği hiçbir delili kabul etmemiş, incelensin dedikleri hiçbir şeyi incelememiş, hiçbir tanığı dinlememiş. Tabi iddianameye de dahil etmemiş. Başta Tarkan Mumcuoğlu ve Fikret Emek olmak üzere sanıklar ancak duruşmalar sırasında sokabildi bu delilleri dosyaya. Savcının dinlemediği tanıklar, muhtemelen davanın ilerleyen aşamalarında dinlenecek! Eee?..
Mahkeme başkanının duruşmalar sırasında belirtmek ihtiyacı duyduğu üzere savcının iki tür delili var: 1) Başkan’ın deyimiyle “tanık beyanları…”, 2) Müdahil tarafın da pek önemsediği mübarek HTS kayıtları…
İddianamedeki bu kayıtlar bana Mumcuoğlu’nun cinayet işlediği kanaatini, inancını; değil kesin olarak, şöyle böyle ispat edildiği izlenimini bile vermedi!
HTS kayıtları telefon dinleme kayıtları, tapeleri değil… Yani taraflar arasındaki görüşme, sözleri, neler dedikleri değil… Hangi numaralı telefon ne zaman çalmış, hangi numaralı telefonu aramış… O kadar!.. Öyleyse HTS kayıtları neyi ispat etmiş oluyor?
Ayrıca Levent Göktaş’ın avukatı Hüseyin Ersöz 23 Şubat tarihli duruşmada diyor ki:
“En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; bu bir siyasi yargılamadır. … Birçok kumpas davasında avukatlık yaptım. Ama böyle absürt bir dava görmedim. Ergenekon iddianamesi bile bundan iyiydi.”
Mahkeme başkanına hitabederek devam ediyor Ersöz: “Siz hiç cinayet silahı olmayan bir cinayet yargılaması gördünüz mü? Tetikçi olduğu öne sürülen Tarkan Mumcuoğlu’nun dosyada parmak izi yok. … En önemli delil HTS/baz kayıtları. Nereden Gelmiş? MİT’ten!.. MİT’TEN GELENİN DELİL OLARAK KULLANILAMAYACAĞINI BİLMEYEN HUKUKÇULAR MIYIZ?”
PKK ile girdiği çatışmalarda defalarca ağır surette yaralandığını, defalarca ameliyat edildiğini, bu yüzden zorlukla yürüyebildiğini; son dönemde kendisine hep pasif görevler verildiğini ve emekli bir malul gazi olduğunu söyleyen, avukatına fazla iş bırakmayacak kadar titiz bir savunma metni hazırlamış Fikret Emek, iddianamenin adeta kendisiyle ilgili her noktasına, virgülüne cevap verdi. “18 Aralık öncesi, Ekim sonundan bu yana hastalıklarım nedeniyle izinliydim, memleketim Eskişehir’deydim. 17 Aralık akşamı Ankara’ya döndüm. O gün bile birliğimde değildim. Ben hangi aralık bu kadar önemli bir cinayetin planına, hazırlığına katılmışım” dedi mesela.
Gökhan Nuri Bozkır, kendisine verilen keşif görevini Hablemitoğlu’nun evinin bulunduğu Portakal Çiçeği sokağında yavaş yavaş yürüyerek yaptığını ileri sürmüş. Savcı, asker sanık ve tanıklara, ÖKK gibi seçkin bir birliğin subayı böyle basit işler mi yapar mealinde sormuş. “Hayır” cevabını almış. Duruşmalarda bu “hayır” sık sık yineledi. Aynı savcı “TSK’nın ÖKK gibi bir biriminin yüzbaşısı, Ankara’nın göbeğinde, akşamın er vakti, sokak ortasında, serseri mafya tetikçisi gibi, Hablemitoğlu mu öldürür” diye kimseye sormamış!
Çakır, Gökhan Bozkır’a (Bozkır’ın duruşmalardaki ifadelerine göre) “böyle bir şey yapılacak. Ama bunun için ÖKK mensubu biri lazım” diyebilmiş!.. Duruşmada mahkeme başkanı, sanıklar, sanık avukatları sorunca hemen ortaya çıkıveriyor. Savcı niye sormamış? Savcı da sorsaydı Bozkır kuvvetle muhtemeldir ki ona da söyleyecekti.
Savcı Enver Altaylı’nın ifadesini iddianamesine aktarırken, bizzat kendisine yönelik ağır suçlamalar üzerine, “iddianameyi uzatmaması için bu kısımları dahil etmedik” diye bu suçlamaları kesip atabilmiş. Ama aynı savcı, hiçbir şeyi kanıtlamayan HTS kayıtlarıyla sayfalar doldururken aynı kaygıyı hiç duymamış! 364 sayfalık iddianameden bu HTS kayıtlarını, durmadan tekrarlanın ifadeleri çıkarın geriye 100 sayfa zor kalır!
Zafer Ergül’ün iddiası şu: Fethullah Gülen ve Mustafa Özcan azmettirici, Enver Altaylı, Serhat Ilıcak vb. planlayıcı, Levent Göktaş ve öteki askerler Göktaş liderliğinde Hablemitoğlu’nu öldürmek için örgüt kurmuşlar. Hem de para karşılığında!.. Para da iddianameye göre genelkurmayın(!) bir ihalesinden elde edilecek “komisyondan” sağlanıyor.
Levent Göktaş hayatının 5 buçuk, Fikret Emek 7 buçuk yılını, 50’li, 60’lı yaşlarında, kumpas olduğunu Yargıtay’ın onayladığı, AKP yetkililerinin sözlü olarak ikrar ettikleri FETÖ kurgusu Ergenekon davalarında, hem de sonunda beraat ederek kaybetmişler.
Bu insanlar, aynı FETÖ’nün talebiyle üç beş kuruş uğruna, kendileri gibi Türk milliyetçisi olan Necip Hablemitoğlu’nu öldürmek için Gülen’e niye kiralık katillik yapsın? Mantıklı bir izahı yok bunun iddianamede.
Levent Göktaş da, Fikret Emek de, Tarkan Mumcuoğlu da savunmalarında, Hablemitoğlu ile fikri/ideolojik yakınlıklarını vurgulayıp, böyle bir insanı öldürmenin kendilerini taş yapacağı söylediler. Zafer Ergül bu fikri/ideolojik ortaklığa inanmamışsa, bu sanıkların mesela sosyalist, komünist olduğunu ispat etmeliydi, ki hiç olmazsa böyle bir mantık bağı kurulabilsin! Ama ne bu benzerliği dikkate almış, ne de aksini ispatı denemiş!
Yaptığı araştırmalar, öldürülmesinden sonra yayınlanan kitabı (Köstebek) dikkate alınınca FETÖ’nün Hablemitoğlu’na öfkelenmesi şaşırtıcı değil. Dolayısiyle olağan şüpheli olarak görünüyor FETÖ. Zaten kitabın yayınlanmaması için çok çabalamışlar iddianameye göre; Necip’i ikna edemeyince suikast işlenmiş!
Savcı böyle düşünmüşse bunu çok sağlam bir şekilde ispat etmesi gerekirdi. Oysa iddianamede FETÖ’cü sanık olarak sadece Gülen’le Mustafa Özcan var. Onlar da kaçak! Ne güzel değil mi… ABD vermiyor; yargılanamazlar.
Zafer Ergül, en azından asker sanıkların inanmış, militan, can-ı gönülden FETÖ’cü olduğunu ispata da zahmet etmemiş. Birkaç ifadeye ve MİT’ten gelen garip ve güvenilmez olduğu mahkemece de kabul edilen HTS kayıtlarına dayanarak garip bir para ilişkisiyle “kiralık katil” muamelesi yapmış onlara. Yani FETÖ’cü değiller, inançlı, ortalama Müslüman hepsi… Necip Hablemitoğlu’na FETÖ’cülükten kaynaklanan bir husumetleri yok. E nasıl öldürmüş olacaklar Hablemitoğlu’nu? Para için… Zafer Ergül bu bağlantıyı da son derece özensiz, kaba bir biçimde kurmuş.
Dolayısiyle eli ayağı düzgün bir şekilde ne asker sanıkların ama hele ne de FETÖ’cülerin fiillerini ispat etmiş değil. Neyi ispat etmeye, ne yapmaya çalıştığını da ben anlamadım. Ergenekon vb. kumpas davalardaki gibi yine laik subaylar desek, hepsi emeklilik veya başka biçimlerde zaten orduyla alakası kesilmiş insanlar… Zafer Ergül kimleri, niye tasfiye etmek istiyor? Hala mı FETÖ mantığı!?..
Gelelim cinayetin para karşılığında işlendiği meselesine…
İddianamede sözü edilen para, topu topu 900 bin dolar. Bu miktar, 74 milyon dolarlık bir ihaleden Altaylı ve Serhat Ilıcak’a verilen komisyon… Bu paradan çete-örgüt lideri olarak gösterilen Levent Göktaş’a düşen pay 30-40 bin dolar… Alt kadrolara da dağıtılınca Enver Altaylı ve Serhat Ilıcak’a 600-700 bin dolar civarında kalıyor. Necip bu paralar karşılığında öldürülmüş!!!
Altaylı ve Ilıcak’a düşen 300 bin dolar, eh iyi kötü baya lüks bir daire sağlar. Normal ticari ilişkide fena para değil. Savcının Levent Göktaş’a verildiğini söylediği miktar ise bugünün kuruyla sadece 700 bin TL… Olsa olsa ortalama bir otomobil… Normal ticari ilişkide bu da belki önemli bir miktardır. Savcının Mumcuoğlu’na hem de tetiği çekme karşılığında layık gördüğü para ise 20 bin dolar kadar…
Ama yahu adam öldüreceksiniz. Bir ortalama lüks daire, bir sıradan otomobil fiyatına hem de Necip Hablemitoğlu gibi bir insan öldürülür mü? 900 bin dolar, 300 bin dolar, 35 bin dolar savcıya göre adam öldürmeye yetecek kadar büyük paralarmış demek ki!..
Hepsinden önemlisi… Yazdıklarından, yazacaklarından bu kadar ürkülen, bu kadar korkulan, düşman bellenen, kalemini ve dilini susturmak için milletvekilliği, müsteşarlık önerilen Necip Hablemitoğlu’nun hayatının karşılığı mıdır, hem de sekiz, on kişiye paylaştırılacak 900 bin dolar? Sanıkların hiçbiri bu kadar salak görünmüyor.
Savcının iddianamede en çok kullandığı yüklem (fiil) “değerlendirilmektedir… düşünülmektedir… düşünülmüştür…” Böyle önemli, siyasi, hatta tarihi bir davanın iddianamesinde kullanılacak yüklemin “tespit edilmiştir” olması gerekmez mi? Böyle suikast iddianamesi mi olur!
En önemlisi, ortada SUÇ ALETİ YOK! Tarkan Mumcuoğlu’nu parmak izi yok; onu Hablemitoğlu’na ateş ederken görmüş bir TANIK YOK! Savcı bunları aramışsa bile bulamamış. Zihni Çakır’ın iddiaları ve hiçbir şeyi kanıtlamayan HTS kayıtları ile iddianame yazınca “tespit edilmiştir” nasıl desin; ancak “düşünülmektedir, değerlendirilmektedir” diyebiliyor anlaşılan. İddianame bu nedenle, hiçbir şeyi ne iddia ne bu iddiayı ispat edemeyen bir garip metin.
İddianamenin benim için en yaralayıcı bölümü ise başka… İddianame hiçbir iddiasını ispat edememiş ama bir şeyi çok iyi yapmış.
Savcının, davayla ne alakası varsa tanık olarak dinlediği Halil Şıvgın ve Ramazan Toprak’ın garip bir iddiaları var iddianameye göre: Necip Hablemitoğlu, hem de ekonomik sıkıntılarından söz ederek, o sırada henüz hükümet olmasa da yeni kurulmuş bir muhalefet partisi olan AKP’den milletvekilliği beklediğini, en azından “ihsas” etmiş!.. Sonra Ramazan Toprak ve Halil Şıvgın, Hablemitoğlu’nu da alarak o sırada bu partide ikinci adam konumundaki Abdullah Gül’e gitmiş. Hablemitoğlu’na milletvekilliği talep edecekler… Ramazan Toprak Hablemitoğlu’nun kitap çalışmalarından, araştırmalarından söz edip, partimizde olsa, bizimle çalışsa iyi olur gibi bir şeyler söylüyor. Yine bu iki tanığın ifadesine göre Hablemitoğlu tam bu sırada benim “tanıdığım Necip”e de çok yakışır bir tarzda, deyim yerindeyse pattadak “Sizin çalışmalarınızı yakından takip ediyorum. Amerika’da bazı Amerikalılarla görüşmüşsünüz. Biz Amerika sayesinde iktidar olacağız ve onlar ne isterse yapacağız, demişsiniz” deyiveriyor. Gül kızarıyor bozarıyor… “Görüştüm ama böyle bir şey söylemedim” demeye çalışırken bu defa Halil Şıvgın Gül’e, Amerika’da kimlerle görüştüğünü soruyor. Bizzat Gül’ün verdiği cevap: Alan Makovsky ve Henri Barkey!..
Bu adamlar en başta bizatihi Türkiye için hayırsız, netameli adamlar. Paul Henze, Graham Fuller filan gibi… Atatürk’ü, Türkiye’nin cumhuriyetini, cumhuriyetin Türkiye’sini, onun devrimlerini sevmezler; sözde demokrasi manyakları olarak Türkiye’nin ülke ve toprak bütünlüğünden hoşlanmazlar. Henri Barkey, Fetullah Gülen’in ABD’den yeşil kart almasında referans olanlardan… Türkiye Cumhuriyeti yargısının Gezi, 17-25 Aralık, 15 Temmuz olaylarının uluslararası planlayıcısı olduğu gerekçesiyle hakkında yakalama kararı çıkarttığı bir adam. Erbakan’a göre Makovsky, 28 Şubat’ın perde arkasındaki mimarıdır. Ne zaman? 1997’de… Erbakan’dan kopan hayırsız çömezler Amerikalara kadar gidip bu Makovsky ile ne zaman görüşüyorlar: partilerini kurar kurmaz, 14 Ağustos 2001’den sonraki bir yıl içinde…
Tam bir çelişkiler, tutarsızlıklar yumağı… Hablemitoğlu’nun ani sorusu karşısında Abdullah Gül’ün o kadar bozulmasının nedeni de bu ilkel tutarsızlık… Halil Şıvgın ve Ramazan Toprak’ın ifadelerine iddianamesinde özellikle yer verdiğine göre demek Savcı da bu iddialara sahip çıkıyor.
Ama ortada şöyle çok zorlu bir soru var:
Henüz muhalefette, amma kendisini iktidar adayı gibi gören AKP’nin iki numarasından milletvekilliği talep etmeye giden bir insan, onun bu kadar kirli çamaşırını ortaya mı döker? Abdullah Gül’e, hem de iki tanık önünde neredeyse apaçık “siz Amerika’nın adamısınız” mı der?
Benim bildiğim Necip, en başta yaşadığı zorlukları hem de böyle çooook uzak insanlara asla belli etmez; tam anlamıyla “kan tükürse kızılcık şerbeti içtim” diyen bir kültürün insanı. Sıkıntısı var da söyleyecekse bile Halil Şıvgın, Ramazan Toprak kim oluyor!
Ayrıca iki çocuk büyütmekte olan, tazminat davalarıyla boğuşan iki öğretim üyesinin ekonomik sıkıntısı olabilir, olur herkes gibi… Savcı Bey, ay sonunu çok mu kolay getiriyor? Çocuk büyütmüyor mu?
Necip, sıkıntısı olsa bile, bunun ancak milletvekilliği sayesinde kapatabileceğini düşünmez. Necip asla böyle basitleşmez! Para karşılığı basitleşme ancak din bezirganlarına mahsustur!
Amma daha önemlisi… Ekonomik zorluğu var veya yok. Diyelim ki bundan bağımsız olarak siyaset yapmak, milletvekili olmak istiyor.
“Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete değer mi diyorsanız, Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak ‘evet, değer’ diyorum. Çünkü Türk’üm ve başka Türkiye yok!!!…” diyen bir Türkçü, yurtsever, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü olarak, Abdullah Gül’e sorduğu soru ve aldığı cevabın da gösterdiği üzere ne olduğunu çok iyi bildiği, Amerikancılığını “Amerika ne isterse yapacağız” diyerek pervasızca sergileyen AKP’ye, hem de milletvekilliği talebiyle niye gitsin Necip!
Bu Necip’e yapılacak en büyük haksızlık, daha ötesi saygısızlıktır. Onun inançsal, ideolojik anısı, kişiliği küstahça çiğnenmiştir. Halil Şıvgın, Ramazan Toprak bu saçmalığı, saygısızlığı açıklayamaz.
Hadi diyelim ki iddianamenin bu bölümü yüzde yüz doğru. Ne ilgisi var Necip’in siyaset yapma düşüncesiyle bu cinayeti çözmenin? Şıvgın ve Toprak bu saçmalığı ortaya atarak suikastin çözülmesine hangi katkıyı sağlamış? Savcı Ergün bu saçmalığa iddianamesinde böyle önemli bir yer vererek hangi katili bulmuş, neyi ispat etmiş? Bu saçma iddiadan hareketle mi ulaşmış Tarkan Mumcuoğlu’nun katil zanlısı olduğu kanaatine?
Tam bu noktada, AKP’den milletvekilliği talebi iddiasının saçmalığına dair bir görgü tanıklığımı aktarmak isterim.
Necip ve ben, Altan Öymen’in 23 Mayıs 1999 – 1 Ekim 2000 arasındaki genel başkanlığı döneminde CHP’ye üye olmuştuk. Tam gününü hatırlamıyorum; bir toplu rozet takma töreninde ikimize de rozetlerimizi bizzat Altan Öymen taktı. Ben 6 ay kadar sonra bir şeylere kızdım istifa ettim. Ama o da bir şeylere kızmadıysa, benim bu bilgim çerçevesinde Necip, öldürüldüğünde bir CHP üyesiydi!
Öldürülmesinden sadece iki yıl önce gidip CHP’ye sade üye olacak; üç yıl sonra AKP’den milletvekilliği isteyecek!.. Necip’le AKP arasındaki iflah olmaz düşünce farklılığı ortada… Bir yanda kendisini “Atatürk’ün manevi mirasçısı” olarak tanımlayan Necip; öte tarafta Atatürk’e “ayyaş” demeye cüret eden AKP!!! Onun Gazi Meclisini bombalayan FETÖ!..
Ayrıca Necip, öyle akşamdan sabaha fikir değiştirip kendini inkâr edenlerden asla değildi. İkincisi eğer gerçekten siyaset yapmak istiyor idiyse, aynı girişimleri üyesi olduğu (veya olmadığı) CHP nezdinde yapmasına hangi engel vardı?
Müdahil taraf, 20 yıl sonra bir davanın açılmasını, dolayısiyle iddianameyi çok önemsiyor. Haklı bir bakış açısı… Lakin burası Türkiye… Hukuk devleti bahsindeki eksikliklere son yirmi yılda tüy dikildi. Bütün toplumun birlikte yaşadığı deneyimler var.
Mesela Uğur Mumcu suikasti ve davası… Yine çok sonra bir iddianame yazıldı. Bu sırada üç dört savcı değişti; bunlardan biri evinde ölü bulundu. Sonunda bir yargılama yapıldı. Bir sürü sanık mahkûm oldu; bir sürü yıllar hapis yattı, çıktı. Ama bugün hiç kimse Uğur Mumcu Cinayetinin çözüldüğüne inanmıyor. Çünkü en başta bombayı arabanın altına yerleştiren sanık yok; 30 yıldır firari! Dosya öyle açık bekliyor.
Güldal Mumcu, Ergenekon davaları sırasında çok ilginç ve ciddi baskılar yaşadı. Yandaş gazetelerden eski ANAP milletvekillerine (üstlerine ne vazife idiyse), o sırada milletvekili olan ÖDP genel Başkanı Ufuk Uras’a kadar, “beş benzemez” denilebilecek çok tuhaf, kuşku uyandırıcı bir yelpaze, Güldal Mumcu’yu “Ergenekon Davasını desteklemediği için” hem de “kocanı da Ergenekoncular öldürdü. Sen bu davayı nasıl desteklemezsin? Uğur yattığı yerde ters dönüyordur” gibi akıl dışı söylemlerle…
Sonunda Cumhuriyet Gazetesinden Türey Köse bu saçmalıkları sorunca Güldal Mumcu şöyle cevap verdi:
“Ergenekon davasının amacı insanların pusulasını şaşırtmak, ülke çıkarlarını, laik, demokratik değerleri savunanların üzerine korku salmak ve korkuttukları insanları istedikleri gibi yönlendirmek… Güç odaklarına, yolsuzluklara, uygulamadaki usulsüzlüklere karşı duran bir gazetecilik anlayışı sergilemiş olan Uğur yaşasaydı, sıranın ona da gelebileceğini düşünmemek elde değil.”
Ergenekon davaları da bir başka hukuk trajedisiydi, hepimizin gözünün önünde cereyan eden… Gazeteciler, yazarlar, bilim adamları, koca koca generaller, subaylar yıllarca hapis yattı. Hapishanede öldü. İntihar etti. Sonunda bir baktık, bütün bunlar Fetö kumpasıymış!.. Yargıtay beraat ettirdi; iktidar yetkilileri “fetö kumpasıymış, pardon” dedi.
1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler aydınlandı mı? Birtakım davlar yine açıldı, yine birileri yargılandı, mahkûm oldu belki. Ama toplumun ezici çoğunluğu, bu cinayetlere hala “faili meçhul” diyor.
Duruşmanın ilk günü derin bir “ooooff!..” ile birlikte tespitim şu oldu: “Maraş depreminin tetikleyicisi hukuk depremini izledim!..” Çünkü savcının 364 sayfalık iddianamede başardığı tek iş, Necip’i AKP’den milletvekilliği dilenen biri konumuna sokması, öyle göstermesiydi. Hukukun, yargının bu hale getirilmesi acı ve tehlikeli…
Bu iddianamenin ve onun kabulüyle başlayan davanın bir de dışsal sonucu var. Savcının suikasti aydınlatmak dışında başardığı ikinci önemli iş denilebilir.
13 sene hiç kimsenin ilgilenmediği, dosyası bilerek boş bırakılmış bir dava, her nasılsa(!) 2015’te birden kızıştırılmış. Ama bu ivme de son derece yavaş… İddianamenin tamamlanması ve mahkemece kabulü, zaman aşımı süresinin bitmesine beş kala, ama yedi yıl sonra gerçekleşti. Çok netameli bir seçime beş kala… Erdoğan’ın “FETÖ ile doğru dürüst mücadele etmiyor; bir faili meçhul cinayeti çözemedi” eleştirilerinden bunaldığı şartlarda…
20 yıldır süren savsaklamadan sonra, iddianamedeki ve genel olarak davadaki baştan savmalığı görünce “acaba bu dava Erdoğan’a bir seçim armağanı mı” diye düşünmeden etmek imkânsız… Fetullah Gülen ve Mustafa Özcan firari!.. İddianamede ifadeleri yok, duruşmalarda savunmaları alınmadı, sorgulanmadılar. Yani yargılanmıyorlar. Oysa iddianamenin güya en azından iması, bu suikastı FETÖ’nün talep ettiği… Kamuoyunda Necip Hablemioğlu’nu FETÖ, Fethullah Gülen öldürttüğü kabulünün oluşması bekleniyor ama bu dava sonunda onlara yine hiçbir şey olmayacak!
Geriye sadece 1) Necip’in AKP’den milletvekilliği dilenen(!) konuma düşürülmüş olması, 2) Erdoğan’ın FETÖ’yle mücadele ettiği, bir faili meçhul cinayeti çözdüğü algısından oluşan seçim gümüş tepsisi kalıyor.
Tekrar edeyim: Bu yargılamadan, şu kadar veya bu kadar, ordudan çoktan emekli mevcut sanıklara mahkûmiyet çıkarsa ben arkadaşım Necip’in katillerinin bulunup, yargılanıp cezalandırıldığını düşünmeyeceğim. Buna inanmayacağım!