Büyümeye sadece rakamsal boyuttan bakmak çoğu zaman yanıltır. Oysa niteliğine bakmak, sürdürülebilir olup olmadığı konusunda genel bir fikir verebilir. Örneğin, mevcut büyüme yatırım harcamalarından mı, yoksa tüketim harcamalarından mı geliyor? Dış kaynağa dayalı bir büyüme mi, yoksa iç tasarruflara dayanan bir büyüme mi? Veya büyümenin sonucunda şirketlerin borcu ne oluyor, bankaların finansal sağlığı hangi yönde gelişiyor?
İşte şimdi bu ve benzer soruların cevaplarıyla büyümeye daha gerçekçi bakabiliriz.
Yılın ilk çeyreğindeki “yüzde 5 büyüme” haberi sürpriz etkisi yaptı, borsa coştu, döviz yerinde saydı. Peki ne olmuştu da kimsenin öngöremediği bir artış piyangodan çıkar gibi önümüze gelmişti?
Temel yanılma sebebi; büyüme hesaplamasında kullanılan yöntemin değişmesi ve böyle bir büyüme rakamına rağmen işsizlik oranının aynı dönemde yükselmesiydi. Evet işsizlik ilk çeyrek ortalaması 2016’da yüzde 10,7 iken, 2017’de yüzde 12,8 olmuştur. Üstelik bu oranlar fiili işsizleri kapsamıyor.
Sanayi üretimi ilk çeyrekte yüzde 1,8 artarken, GSYH kapsamındaki sanayinin yüzde 5,3 artışı şaşırtıcıdır. Sebep olarak;” sanayi üretimine ilişkin veriler 2010 bazlıyken, GSYH’de yeni seri 2009 bazlı olduğundan zincirleme endeks kullanıldığı için iki seri arasında önemli fark oluştu” açıklaması gelmiştir. İstihdam ile paralellik göstermeyen bu farkın elbette daha ayrıntılı izahı da olmalıydı. Zira baz alınan 2009 yılının özelliği, o yılda Türkiye ekonomisinin yıllık yüzde 4,7 küçülmüş olmasıydı.
Sonra, birinci çeyrekte devletin tüketim harcamalarında yüzde 9,4 artış olduğu görülüyor. Önemli kredi desteği (Kredi Garanti Fonu) ve özel kesim harcamalarını artırmayı teşvik eden bir dizi önlemin devreye sokulduğunu da biliyoruz. Nitekim bu dönemde hane halkı tüketim harcamalarındaki artış da yüzde 5,1 olmuştur.
Yüzde 5 büyümenin 4,4 puanı halkın ve devletin tüketimindeki artıştan gelmiş, yatırımın katkısı ise 0,6 puanda kalmıştır. Yani yatırıma değil, tüketime para harcamışız.
Yatırım harcamalarındaki büyümenin yüzde 2,2’de kalması bunu teyit ediyor zaten.
İş yaratacak harcamaların yatırım olması gerektiğini kimse inkâr edemez herhalde.
Ayrıca büyümenin bu kadar yüksek olduğu bir dönemde, makine ve teçhizat yatırımlarının yüzde 10 azalmış olması da düşündürücüdür.
2017 yılının ilk 3 ayında tarımsal üretimde yüzde 3,2 artış oldu. Ancak geçen yılın aynı döneminde yüzde 4,3 azalış görülmüştü. Eksilen üretime endekslendiği için büyümenin yüksek gözükmesi normaldir. Oysa bıraktığımız yere hâlâ dönememişiz.
Geçen yıl büyümeye negatif etki yapan ihracatın yeniden artışa geçmiş gözükmesi de aynı sebeple normaldir.
Son aylarda uçuşa geçen kredi artışının aynı şekilde devam etmesi mümkün değildir. Zira mevduat aynı oranda artmıyor. Şimdi bir de o cepheye bakalım.
Kredi Garanti Fonu A.Ş., teminat yetersizliği nedeniyle kredi alamayan KOBİ’lere ve KOBİ dışı işletmelere kefil oluyor. Kısaca, işletmelerin finansmana erişimine destek oluyor. Hükümet, daha önce 2 milyar TL ye çıkartılmış olan teminat limitini 250 milyar TL ye yükseltti. Fon her bir kredinin yüzde 85’ini garantiliyor, yüzde 15’lik kısım bankaların riski olmaya devam ediyor. Bu hızlı kredi artışının doğal olarak bütün faizleri artırması kaçınılmazdı, nitekim öyle de oldu. Zaten sınırlı olan tasarruf mevduatlarına talep arttı, bu da mevduat faizlerinin yüzde 14,50, yeni kredi faiz oranlarının da yüzde 16-17 seviyelerine çıkmasına neden oldu. Bu durumun sürdürülebilir olmadığı ve bankacılık sektörü açısından da ‘batık kredi’ riskini artırabileceği güçlü ihtimaldir.
Bu konuda iki görüşe yer verelim:
Dünya Bankası Türkiye Ülke Direktörü Johannes Zutt; “Türkiye’de kredi büyümesi görüyoruz ama bu büyüme KGF tarafından tetiklenen yapay bir büyümedir. Sıcak paraya aşırı maruz kalma durumu, bankacılık sektöründe birtakım kırılganlıklara sebep oluyor” diyor.
TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik de “Yılın ilk çeyreğinde devreye sokulan talep yönlü kısa vadeli tedbirlerin ekonomi için uzun vadede risk oluşturduğunu” belirtiyor.
Son yıllarda dünyanın en hızlı büyüyen ülkeleri arasında olduğumuz doğrudur. Peki bu büyüme hızıyla bile neden hâlâ Avrupa ülkelerinin çoğuna yaklaşamıyoruz?
Eurostat (Avrupa Birliği İstatistik Ofisi), satın alma gücü paritesi bazında kişi başına geliri hesaplıyor ve 28 AB ülkesinin ortalamasını 100 kabul ederek ülkeleri buna göre sıralıyor. AB ortalamasında 100 olan satın alma gücü paritesi Türkiye’de 62’dir. Bir başka ifadeyle AB ortalamasından yüzde 38 aşağıda bulunuyoruz. Avrupa’da satın alma gücü paritesine göre kişi başına gelirde bizden daha yoksul 8 ülke vardır. Bu ülkeler Romanya, Hırvatistan, Bulgaristan, Karadağ, Makedonya, Sırbistan, Bosna Hersek ve Arnavutluk dur.
Sadece Avrupa’daki durum budur ve 2016 yılında aynı konuda, dünyada 189 ülke arasında 63. sırada olduğumuz da son açıklamadır.