Adından da anlaşılacağı üzere sıkı (daraltıcı) para politikası, enflasyona neden olan toplam talep artışının frenlenmesini hedefler. Bunun için de çözüm, para arzının kısılmasıdır. Ancak gecikmesiz ve geçici süreli bir uygulama olmalıdır. Bu ilacın zamanı, dozu ve süresi iyi ayarlanamazsa oldukça fazla yan tesiri görülür. Üretimin daralması, milli gelirin azalması ve işsizlik gibi sonuçlara götürür. Dış borç sorununun çözümü de zorlaşır.
Tersi durumda; yani deflasyonist dönemlerde fiyatlar devamlı düşerek büyümenin düşmesine yol açıyorsa gündeme gevşek (genişletici) para politikası gelir. Ekonomide küçülmeye yol açan toplam talep düşüşünü tekrar artışa geçirmenin yolu da para arzının artırılmasıdır.
Şimdi bu politikaları uygulamakla görevli olan Merkez Bankası’nın ekonomiye olan etkilerine bakalım:
• Faiz oranını kontrol ederek yatırımları, istihdamı, üretim hacmini etkiler.
• Fiyat istikrarının korunması açısından para arzını kontrol eder.
• Döviz arz ve talebini yönetmek üzere piyasaya döviz satar, piyasadan döviz satın alır.
• Dolayısıyla sıkı para politikasını devreye sokan bir MB, faizi artırarak kredi maliyetlerini de yükselterek, kredi talebini frenler. Tasarrufları artırarak da fiyat artışlarının hızını keser.
Kafaları karıştırmak istemem. Zira bizde uygulanan tam olarak sıkı para politikası değildir. Yukarda bahsettiğim; birbirinin zıttı olan iki para politikasının karmasıdır. Bu büyük ihtimalle gevşek maliye politikasından da kaynaklanıyor olabilir. Sıkı para politikasında talebi düşürmek hedefken, kredi faizi ve vergi indirimlerinden bunun tersi bir sonuç çıkar.
Sıkı para politikasında tasarruflar ön plandayken, bu şekilde tüketim harcamaları ve yatırımlar teşvik görür.
Örneğin, MB’nin para arzını daraltması ve faizi artırması yanında; tüketicinin olmayan parayı tüketici kredileri ve kredi kartlarıyla harcamaya yönlendirilmesi bu politikayı tesirsiz kılar.
Ben bunu sürücü eğitim aracına benzetiyorum. Sürücü adayı gaza basarken, yan koltuktaki eğitmen sık sık frene basarsa, eğitim uzar, sonuç kolay alınamaz.
Para ve maliye politikaları birbirinden bağımsız olamaz. Koordinasyon bu işin olmazsa olmazıdır. Şimdi diyelim ki; sıkı para politikası ile faizler yükselirken, yabancı sermayeyi çekerek ve ülke dışına sermaye kaçışını engelleyerek ödemeler bilançosu fazlası sağlanabilsin. Ancak aynı anda toplam talebi artırmaya yönelik gevşek maliye politikası devreye sokulursa, bu sefer de artan ithalat, ödemeler bilançosunda açığa neden olabilir.
Merkez Bankası bağımsız olsa bile mali politikaların olumsuz etkilerini tek başına yok edemez. Üstelik bizim gibi bütçe açıkları veren ve bunun finansmanı için sürekli borçlanan bir ekonomide para politikasından çok maliye politikasının önceliği vardır.
Merkez Bankası’nın en önemli silahı faizdir. Bunun da her koşulda ne kadar iş yapacağı belli olmaz. Buna rağmen faizlerde indirime gidilmemesi bile ‘sıkı para politikası’ gibi görülüyor ki bu da şaşırtıcıdır.
Zaten enflasyonda önemli bir düşüş olmadan faizler düşemez. Aksi halde kur yükselir.
Nitekim TCMB Nisan ayı toplantısında; politika faizini değiştirmeyerek yüzde 24’te tuttu ve hatta yazılı metinden “ihtiyaç duyulması halinde ilave sıkılaştırma yapılabilir” ifadesi çıkarıldı. Bunun üzerine toplantı sonrası dolar 5,88’den 5,96’ya kadar yükseldi.
Devamında ne oldu?
9 Mayıs 2019 tarihinde Merkez Bankası’ndan yapılan açıklamada “Finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler dikkate alınarak, 1 hafta vadeli repo ihalesine bir süreliğine ara verilmesi kararlaştırılmıştır ” dendi. Böylece MB, 150 baz puanlık örtülü bir faiz artışıyla sıkılaşmaya gitti ve piyasalara repo ihaleleriyle yüzde 24 yerine, gecelik yüzde 25,5 faizden likidite sağladı. Bu karar sonucunda da dolar kuru 6,24 seviyesinden eski yerine geri döndü.
Şunu bilmeliyiz ki; bugün yaşamakta olduğumuz enflasyon türü talep değil, maliyet enflasyonudur. Bunun taleple ilgili olmadığını, müşteri başına satışın düşmesinden ve tüketici güveninin düşük seyretmesinden anlayabiliyoruz.
2004 yılından itibaren yayımlanmaya başlayan tüketici güven endeksinin, 15 yıl boyunca gördüğümüz en düşük seviyesi 55,3 ile Mayıs 2019 ayında yaşandı.
ÜFE ve TÜFE arasındaki 10 puanlık fark ise, maliyet enflasyonunun en belirgin açıklamasıdır. Üretici, yükselen maliyetleri sebebiyle daha pahalı üretim yapmak zorundadır ama yetersiz tüketim talebi ile daralan pazarda bu maliyeti fiyatlarına tamamen yansıtamıyor. Üstelik kurda belirli bir istikrar sağlanamadığından enflasyonda da önemli düşüş gerçekleşemiyor.
Zira kurun artışı tek sebebe bağlı değil ki…
• Dış borçlarımız için döviz ihtiyacı,
• ABD ile yaşanan gerginlik (S 400 ve Halkbank davası başta olmak üzere),
• Siyasi konular (İçerde ve uluslararası ilişkilerde),
• Altı ayı aşan seçim süreci,
• Petrol ve ithal ara malı fiyatlarındaki artış,
• Sıcak paranın kaçışı,
• Geciken yapısal reformlar döviz kurunu dizginlemeye yetmiyor.
• Merkez Bankası’nın son beş yıllık enflasyon hedeflerinin yukarı yönlü büyük sapmalar göstermesi de para politikalarının tesirini azaltıyor.
Reel faiz oranı, beklenen enflasyon oranı ile nominal faiz oranının farkına eşittir. Dolayısıyla, nominal faiz enflasyon ile aynı oranda artmazsa, reel faiz oranları enflasyon arttıkça düşer.
Sonuçta; beklenen enflasyon doğru öngörülemezse, karar alıcıların para politikalarına yön vermeleri de o kadar kolay olmaz.
İşte esas sorun buradadır.