Enflasyon, bir ekonomide çoğunlukla talebin arzdan fazla gerçekleşmesinden kaynaklanır ve talep enflasyonu şeklinde ortaya çıkar. Talepteki şişkinliği azaltmanın en pratik çaresi faizleri yükseltmektir. Zira tüketime ve yatırıma gitmesi muhtemel para bu şekilde tasarrufa yönelir.
Enflasyonun ikinci nedeni, döviz kurundaki yükseliştir. Bu da maliyet enflasyonunu artırır. Yükselen faiz aynı şekilde kurdaki artışı da dizginler. Biz her ikisini de birlikte yaşadığımız halde, ısrarla faiz silahını son zamanlara kadar kullanmadık. Böyle olunca da önce çift rakamlara çıkan enflasyon, yılsonunda yüzde 25’i aşma görüntüsü vermeye başladı.
Ne zamana kadar?
13 Eylül’deki MB toplantısına kadar. O toplantıda yüzde 17,75 olan politika faizi yüzde 24’e çıkartıldı ve gecikmiş bir karar olarak tarihe geçti.
Eğer daha önce gereken küçük artışlar yapılsaydı bu günkü aşırı artışa ihtiyaç olmayabilirdi. Bu durumda, zamanında kullanılmayan bir ilacın tedavide ne fayda sağlayacağını bekleyip göreceğiz.
Ama bugünden gördüğümüz bir şey var. Dünya ülkeleri arasında Arjantin yüzde 60 ile politika faizinde lider durumda bulunuyor. İkinci ise yüzde 25 faiz ile Surinam’dır. Pek övünülecek bir şey değil ama biz de üçüncü sıraya yükseldiğimizi bir tarafa not edelim.
Şimdi de buna bağlı olarak reel sektörü bekleyen muhtemel sorunlara göz atalım.
Gelirlerini enflasyon oranı kadar artıramayan çalışanların ve emeklilerin reel gelirlerinde gerileme gerçekleşeceğinden iç tüketim düşecektir.
Enflasyonun sonucu olan faiz artışının gerçekleşmesiyle de; yatırım programları ertelenecek, dolayısıyla ekonomide durgunluk ve küçülme ihtimali artacaktır.
Bu kadar mı?
Şirket bilançolarındaki yabancı para cinsinden pozisyon açığı yükseliyor. Yani reel sektörün yükümlülükleri varlıklarından hızlı artıyor.
Şimdi gelelim yumurta-tavuk meselesine.
Kurlardaki aşırı artış kur farkı giderlerini artıracak, bu da şirketlerin zarar etmesine sebep olacaktır. İşte bu durumda bankaların kredi dönüşlerinde aksaklıklar yaşanacak, bu da bankaların kredi hacminde daralmaya sebep olacaktır. Devamı, yine kredi ihtiyacı olan şirketleri olumsuz etkileyecektir.
Nakit akışı olumlu olan şirketler, döviz kurunun artacağı endişesiyle bugün için ihtiyaçları olmasa bile döviz topluyorlar.
Şunu iyi biliyoruz ki; TL’ye verilen yüksek faize rağmen dışarıdan dolar gelmezse, içerdeki dolara devam eden talep kuru artırmaya devam eder. Zira bir sene içinde ödeyeceğimiz dış borç tutarı 180 milyar dolardır. Borçlular mecburen dolar toplayacaklar.
Faizi sebep, enflasyonu sonuç olarak göstermek büyük yanılgıdır.
Elbette düşük faizli ekonomilerde yatırım artar. Çünkü kredi hacmi genişler. Krediye talep olur, krediyi kullananlar üretim araçlarına sahip olurlar. Yeni istihdam alanları açılır, yeni işçilerle üretim artar. Mal ve hizmetin artmasıyla talebin karşılanması daha kolay olur. Arz, talebin üzerine çıkınca da enflasyon düşer. Peki alınan krediler üretim amaçlı kullanılmazsa ne olur?
Yukarıdaki sahne gerçekleşemez. İşte bunun için de “faiz enflasyonun sebebidir” denemez. Zira faiz durup dururken artmaz, mecburiyetten artar.
Dolayısıyla MB enflasyon yaratan döviz kurunu denetim altına almak ve reel faiz ihtiyacını karşılamak üzere bu faiz artırımını yapmaya mecbur kalmıştır.
Eğer enflasyon arttığı halde faizi artırmazsanız, hem mevduat toplayamazsınız (yetersiz reel faiz sebebiyle), hem de kur artışından kaynaklanan maliyet artışınız daha yüksek olur (dövize talep sebebiyle).
Şimdi faizi enflasyonun sebebi olarak gösterenlere soruyorum; son yıllarda faizi yeterince artırmayarak enflasyondan kurtulabildik mi?
Neticede enflasyonun sonucu reel faiz artışıdır. İşte MB’nin bu son kararı, bunun en canlı kanıtıdır.
Gelir dağılımının devamlı bozulduğu bir ekonomide israf ve savurganlık önlenemiyorsa enflasyonla mücadelede kalıcı başarı sağlanamaz. Zira kaynakların boşa harcanmasıyla daha fazla toplanacak vergi, tüketici talebini düşürerek üreticiyi olumsuz etkiler.
Yıllardır yanlış ekonomi politikalarının başında tüketime dayalı hormonlu büyüme gelmektedir. Bu da cari açığı artırıyor. Bunun sonucu nedir?
Aşırı borçlanma ve dış kaynak bağımlılığı…
İşte yine geldik döviz talebi ve kuru artırıcı etkisine.
Bütün bunların sonunda eskiden olduğu gibi yine stokçular türedi. Hem de bu fırsatçılar azla yetinmek istemediler. Maliyetlerden tamamen bağımsız olarak; aşırı talep gören ürünlerde, bir defada yıllık enflasyon oranından daha fazla zam istediler. Ürünlerinde dövize endeksli girdi olmayanlar arasında bile, kur artışı kadar fiyat artışına hazırlananlar oldu. Son zamanlarda bu fırsatçılar ortak hareket etmeye ve perakendecilerin siparişlerini eksik teslim etmeye başladılar.
Maliyet artışına bağlı zam haktır, ancak keyfe göre yeni maliyet çıkartmak ise daha başkadır. Gerçek maliyeti perakendecinin bulması ise hiç zor değildir.
Serbest piyasa ekonomisinde bu duruma devlet müdahalesi beklenemez. Perakendecilerin, anormal fiyat artışı taleplerini kabul etmemeleri gerekir.
Sonuçta; milli paranın değerini üretim gücü belirler. Üretim azaldıkça para değeri de düşer. Oysa biz düşük kur dönemlerinde de sevinemiyoruz. Zira o durumda da üretmek yerine ithalat yapıyoruz, bol bol da borçlanıyoruz.
İşte dolar krizi dediğimiz şeyin önünde de arkasında da bunlar var!
Elbette bu kısır döngünün devamında da enflasyon…