Son 20 yıldır “Gazetecilik yerlerde sürünüyor” dense yeridir.
Şimdilik bile olsa “Bu dönemin sona ereceği günler nasılsa gelecektir” diye teselli bulalım.
Daha kötüsü olmasın yeter.
Ben sizleri 2000 yılı öncesine götürmek istiyorum.
AKP’siz medya dönemine…
Gazeteciliğin “adam gibi” yapıldığı yıllara…
Rüşvetin, gazetecilere bol keseden dağıtılan altın kalem gibi hediyelerin, 10 milyon Euro’nun telaffuz edilmediği “altın çağ”a doğru gidelim.
Henüz 25 yaşımı sürüyorum.
Bir yandan Üniversitedeki derslerime yetişmeye çalışıyor, bir yandan da çalıştığım gazetenin parlamento muhabirliğini yapmaktayım.
1965 sonrası…
Rahmetli Demirel iktidarda, İnönü ve CHP’si muhalefette…
TÜRKİYE İşçi Partisi “sosyalist” kesimin temsilcisi…
Ve diğer irili ufaklı partiler…
TBMM’yi izleyen gazeteciler arasında en gençlerden biriyim.
Benden büyük, deneyimli ağabeylerimden öğreneceğim çok şeyler var daha…
Cumhuriyet’ten Fikret Otyam, Sait Arif Terzioğlu… Milliyet’ten Orhan Duru, Rafet Genç… Hürriyet’ten Behiç Ekşi… Kemal Şener, Cüneyt Arcayürek. Vatan’dan Kenan Harunoğlu… Akşam’dan Erol Ülgen… Tercüman’dan Yaşar Güngör… Zafer’den Can Pulak… Ulus’tan Cenap Çetinel. Tercüman’dan Hüsamettin Çelebi ve Muammer Yaşar Bostancı… ve daha niceleri…
Aramızdan ayrılan meslek büyüklerime Allah’tan rahmet dilerim. Aramızda olanlara da uzun ömürler…
TBMM o dönem iki kanattan oluşuyor.
Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi.
Gazetecilerin kulislere girmesi serbest.
En az beş yıl gazetecilik yapması ve sarı basın kartı taşımış olması zorunlu.
Gazeteci milletvekili, gazeteci senatör ilişkisi son derece mesafeli.
Gazeteci sadece haber toplamak, duyduklarını doğrulatmak, gelecekte çıkacak veya çıkması ihtimali olan yasaların içeriklerini önceden öğrenmek ve halka duyurmak için çaba sarf etmek zorunda.
Bu ve buna benzer amaçlarla milletvekili veya senatörlerle görüşme yapabilmek için uğraş vermekte.
Gazete ve gazeteciler arasında rekabet tabii ki var.
Tabii ki haber kaynaklarını çoğaltmak lazım.
Her kişi, yani haber kaynağı, yani senatör-milletvekili birden fazla haberin ipucunu verebilir.
Ancak her gazeteci, haber kaynağı ile arasındaki mesafeyi korumak zorunda…
Samimiyet sınırları “kanun maddesi” gibi yazılmış değil.
Bu sınırlar meslek ilkelerinin gereklerine göre şekillenmiş…
Yazılı olması bile şart değil.
TBMM’nin belli kuralları tabii ki var.
Gazetecileri denetleyen kurum ve kuruluşları da mevcut.
Basın madem ki “4. Güç” olarak anılıyor ve kabul ediliyor.
Bu meslek gurubu da, en az yasama gücünü elinde tutanlar kadar “mesafeli” “ilkeli” “saygılı” olmak zorunda…
Haber sızdırmak isteyen bir politikacının, hangi gazeteciye güvenmesi gerektiği konusunda kuşku taşımadığı dönemler.
Ancak gazeteciye yaklaşmak, ona haber için ipucu vermek de öyle kolay değil.
İnce eleyen, sık dokuyan bir gazeteci eğer meslek hayatında hiç yanlış yapmamışsa, hiçbir haberinin üzerine gölge düşmemişse, etkili haberler ile ülkede ismini duyurmuş ise o gazetecinin yanına yaklaşmak bile zordur.
Senatör için de, milletvekili için de zordur.
Biz çalışan “yeni yetmeler” için bırakın haber kaynaklarına, gazeteci ağabeylerimize bile bir şey danışmak için kırk kere düşünürdük.
Bir Cüneyt Arcayürek, bir Behiç Ekşi, bir Fikret Otyam, bir Cenap Çetinel, biz gazetecilerin gözünde çok yüksek katlarda yer alıyorlardı.
TBMM çatısı altında ulusal gazeteleri temsil edenlerin giyim-kuşamlarına son derece dikkat etmeleri, mümkün olduğu kadar şık giyinmeleri gerekiyordu.
En iyi giyinenler, haklı olarak en yüksek maaş alan, Hürriyet ve Milliyet gibi gazetelerde çalışanlar arasından çıkardı.
Ama açık konuşmak gerekirse gazetecilikte az kalmasına rağmen ağabeyim saydığım rahmetli Behiç Ekşi, bir gün dahi olsun ütüsüz bir pantolonla hiç görünmedi.
Öylesine şık giyinir ve ciddi biçimde görev yapardı ki, görenler ve bilmeyenler “Bu hangi şehrin senatörü?” diye sormadan edemezlerdi.
Gazetecinin itibarı, birçok senatör ve milletvekilinden daha öndeydi o dönemler.
Biz hem senatör ve milletvekillerine yaklaşmaktan çekinir, hem de örnek almaya çalıştığımız meslek büyüğü ağabeylerimize danışmak için uzun uzun düşünmek zorunda kalırdık.
Mesleğin itibarı “tavan” yaptığı dönemleri iyi ki gördük.
İyi ki ustalarımız “yazılı olmayan” kuralları bize hissettirdiler.
İyi ki gazeteciliğin en itibarlı döneminde, mesleği “kirleten” tek gazeteci çıkmadı.
Çıksaydı ne olurdu?
Bir gün dahi meslekte kalamazdı.
Bir gün geçmeden kapının önünde bulurdu kendini.
Hele hele, 10 milyon Euro’luk söylenti çıkmışsa… “Anca gidersin” denirdi arkasından…