8 Şubat 2009
Bizhaberiz – Sibel Kalaycı, tedavi gördüğü Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 7 Şubat 2009’da yaşamını yitirdi.
Onu, en iyi emek verdiği Gerçek Gündem ve çalışma arkadaşları anlatabilir. Bu nedenle Sibel Kalaycı‘nın vefatı haberini, 3 Şubat 2009 tarihli “Kelin keli yetmezse?” başlıklı son yazısını ve Barış Yarkadaş‘ın çalışma arkadaşının ardından yazdığı “Sibel, Nâzım’ın şiiriyle veda etti” başlıklı yazısını Gerçek Gündem’den olduğu gibi aktarıyoruz.
Gerçek Gündem‘e, ailesine, okurlarına ve basın çalışanlarına başsağlığı diliyoruz.
Gerçek Gündem’in haberi:
Sibel Kalaycı’yı kaybettik
Yazarımız Sibel Kalaycı kansere karşı verdiği mücadelede yenik düştü…
Gazeteci – Gerçek Gündem.com Yazarı Sibel Kalaycı (34) tedavi gördüğü Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yaşama veda etti. Kalaycı, 3 Şubat 2009 tarihli son yazısında Nazım Hikmet’in bir şiirine yer vermişti. Kalaycı’nın seçtiği şiirde “nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…” dizeleri yer alıyordu.
Kansere karşı verdiği mücadeleyle tanınan Gazeteci – Gerçek Gündem.com Yazarı Sibel Kalaycı, bir süredir tedavi gördüğü Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde cumartesi gecesi saat 23.00’te hayata gözlerini yumdu. Sekiz yıl önce yakalandığı kanser hastalığına karşı verdiği mücadeleyi ‘‘Kansere Gülümsemek” adlı kitabında anlatan Kalaycı, mesleğe ANKA Ajansı’nda “Sağlık Muhabiri” olarak başlamıştı.
Hastalığı dolayısıyla 2002 yılında “malülen” emekli olan Kalaycı, emekli olma sürecinde yaşadığı bürokratik engelleri de haber haline getirerek Türkiye’nin gündemine taşımıştı.
Yaklaşık beş yıl önce emekli olan Kalaycı, 2006 yılının ortalarında mesleğe yeniden döndü. Gerçek Gündem.com sitesinin kurulmasıyla birlikte yazılarına başlayan Sibel Kalaycı, kanser hastalarıyla deneyimlerini paylaşıyor, onlara yol gösteriyordu.
Yaşadığı tedavi sürecini ve başından geçenleri anlattığı yazıları büyük ilgi gören Sibel Kalaycı, son yazısını ise 3 Şubat 2009’da kaleme aldı. Kalaycı, “Kelin keli yetmezse?” başlıklı yazısında yine günlük deneyimlerini paylaştı. Yazısını Nâzım Hikmet’in bir şiiriyle bitiren Kalaycı “nasıl ve nerede olursak olalım, hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…” dizelerini ise “siyah harflerle” dikkat çekici hale getirdi.
Kalaycı 13 Ocak 2009 tarihli yazısında ise “Azrail”le olan mücadelesini anlattı. “Ölüm meleği çok öfkeliydi” başlığıyla yayımlanan yazıda Sibel Kalaycı duygularını şöyle aktarıyordu:
(…)
Yakınlarda, güç bela uykuya dalabildiğim gecelerden birinde kabusumda gördüm ölüm meleğini. Sağ olsun tek başına uyuduğum odamda “Yusuf Yusuf” da yalnız bırakmadı beni!
Azrail pek bir feci öfkeliydi. Sanki,
-Yeter artık, seni almak için kaç kez onca yolu tepiyorum, her defasında, biraz daha zaman istiyorsun, bıktım artık senden” der gibi…
Korkuyorum, hemen lambayı açmak için ayağa kalkıyorum ki, beni fırlatıp yatağıma fırlatıyor. Yeniden lambayı açmaya yöneliyorum. İzin vermiyor. Yine dua ediyorum:
-Allahım, biraz daha yaşamam için bana izin ver, diyorum.
Azrail ortadan kayboluyor. Kalkıp lambayı yakıyorum.
Ohh be, dünya varmış…
Tamam Azrail de bir melek ama ölüm meleği sonuçta, üstelik de çok öfkeli. Galiba çok günahkar olmalıyım!
(…)
CENAZESİ TRABZON’DA TOPRAĞA VERİLECEK
Öte yandan, cumartesi gecesi yaşama gözlerini yuman Sibel Kalaycı’nın cenazesi pazartesi günü Trabzon Maçka’da toprağa verilecek. Cenaze programına ilişkin konuşan Kalaycı’nın babası Nevzat Kalaycı şunları söyledi: “Cenazemizi pazartesi günü toprağa vereceğiz. Biz ölümü bekliyorduk ama bu kadar erken değil. Bir ay önce internetteki yazısında kendisi de bir gece Azrail’in geldiğini ama Azrail’i daha erken olduğuna ikna edip geri gönderdiğini anlatıyordu. Gülümseyerek, gitti. Çok büyük acı” dedi. Kalaycı’nın “Sibel’in Günlüğü” ve “Hüzün Mevsiminde Aşk” adlı iki kitabı olduğunu da hatırlatan Nevzat Kalaycı, “Bize onlar kaldı Sibel’den geriye” ifadesini kullandı.
ACIMIZ ÇOK BÜYÜK
Sibel Kalaycı’nın ölüm haberi üzerine açıklama yapan Gerçek Gündem çalışanları ise “Acımız tarif edilebilecek gibi değil. Sibel Kalaycı arkadaşımızı kaybetmenin derin hüznünü yaşıyoruz. Eminiz ki o bizi bu halde görse kızar, sitem ederdi. Çünkü o hep gülümserdi ve insanların da gülümsemesini isterdi” dediler.
* * *
Sibel Kalaycı’nın 3 Şubat 2009 tarihli son yazısı:
Kelin keli yetmezse?
Hani deseler seni en iyi anlatan özlü sözü bul, ne gerek var ki derim, zaten öyle bir söz var: “Kelin keli yetmezmiş gibi bir de üstüne çıban çıkarmış.”
Nasıl ama?
Zaten çoğu ayrıntılarını bildiğiniz durumumun son dönemini şöyle bir özet geçeyim (önce kelin keli yetmezmiş durumu):
Hani, tümörlerim sanki Everest Tepesi ile yarışa girişmişler gibi, büyümüşlerde büyümüşler, büyümüşlerde büyümüşlerdi ya. (Gerçi büyümelerine lafım yok ama hiç olmazsa çevre organlara zarar vermesinler değil mi? Ya da madem zarar veriyorlar, bir tabela assınlar:
“İç organlara verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz.”
Yok ama illa kabalık yapacak edepsiz tümörlerim.
Neyse, bir önceki yazımda karaciğer yetmezliği, böbrek yetmezliği, karında asit birikimi, ağrıların dayanma sınırını aşması ve normal ağrı kesicilerin yetersiz kalması üzerine opioid türevi ağrı kesicilere başlangıç, vb. sorunları biliyorsunuz…
ŞİMDİ SIRA ÇIBAN BÖLÜMÜNDE
Sağ ayağımdaki düşük ayak tuzak nöropatisiyla yaşamaya tam alışmışken bir gece aniden sol bacağım ve ayağımda sanırım infeksiyona bağlı ödem gelişmeye başladı. Bir ara o kadar şiştiler ki kendi çoraplarımı giyemez duruma geldim. Her tarafım löpür löpür selüleit… Iyyk, ne iğrenç görünüm durumları yani.
Anam haliyle bir ikilemde kaldı. Ya bu soğuklarda çıplak ayak kalarak üşüteceğim ya da babamın çoraplarına el koyacağım. Tabi ki fedakâr anam(!) bana öncelik tanıdı, sevgili kızı için kocasını feda etti(!)
Bir de bunun bangır bangır bağırtarak inleten ağrı kısmı var ki (Opioidlerin bile işe yaramadığı) o da ayrı bir iğrençlik tabi…
YASAKLANAN SÖZCÜK
Ve bugün hastanedeydim. Sağ olsun ziyaretime gelen tüm dostlar “ooo, Sibel, hasta numarası yapma bize, gayet iyi görünüyorsun” sözleri ile fena gaza gelmiş olmalıyım. Kısa bir süre öncesine kadar,
“ambulans gelmeden sedyeyle beni taşımadan bu evden adım atamam, merdivenlerden inemem” derken bugün, “sorum değil ineriz yaaa” havalarına girdim.
Ama gelin görün ki, hastaneye gitmek için 1. kattaki evimin merdivenlerinden aşağıya bir kolum anamda bir kolum babamda güçlükle başarınca,
“hııımm” dedim, bu işte bir terslik var.
Hastaneye ulaştığımda, daha önceki günlerde asansöre binebilmek için neredeyse birbirini çiğneyecek durumda itiş kakış yaşayan hasta ve yakınları, bu kez beni görünce
“çekilin kenara, hasta için açın asansörün önünü” sözleri
“hııııımmm, evet kesin bir terslik var” düşüncemi pekiştirdi.
Ve bundan böyle, bana, benim dışımda
“Sibel çok iyi görünüyorsun” sözlerini yasakladım…
Bu sözcükleri sadece kendim kullanabilirim. Kullanıyorum da:
Tamam son dönemde iyi görünmüyor olabilirim, nolcak yani? Bu benim halen mükemmel ötesi, harikulade üstün biri olmadığı göstermez. Yaşasın ben; zira Nazım Hikmet’in şiiri bundan sonra bana yol gösterecek:
(1) Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
(2) Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
1948
* * *
Barış Yarkadaş’ın yazısı:
Sibel, Nâzım’ın şiiriyle veda etti
Gazeteci arkadaşımız, Gerçek Gündem emekçisi Sibel Kalaycı’yı cumartesi gecesi saat 23.00’te kaybettik. Sibel, tam sekiz yıldan bu yana kansere karşı mücadele veriyor, yaşam sevincini bir an olsun bile kaybetmiyordu. Yaşama sıkı sıkıya bağlı olan Sibel, hastalığının ortaya çıktığı ilk günlerden itibaren yakın çevresine moral aşılamaya çalışıyordu.
Öyle ki; kansere yakalandığını nasıl öğrendiğini anlattığı kitabının adını bile sırf bu yüzden “Kansere Gülümsemek” olarak koymuştu. Kitabın yayımlanması Sibel’de büyük bir heyecan yaratmıştı. Çünkü; Sibel için “yazmak” adeta yaşamla eşdeğerdi. Bu yüzden, Kansere Gülümsemek kitabı Sibel’i hayata yeniden tutundurdu. Medyadaki arkadaşlarının verdiği destek ise Sibel açısından çok önemliydi. “Vefasızlığın” kol gezdiği medya, Sibel’e sahip çıkmış, kitabın toplumla buluşmasını sağlamıştı.
Sevgili Sibel’le nasıl tanıştığımızı ‘‘Kansere Gülümsemek” (Babil Yayınları) kitabının son baskısında ayrıntılı bir şekilde anlattığım için, burada detaylara girmek istemiyorum. Bu yüzden, Sibel’in son dönemlerini anlatmayı düşünüyorum.
Askerlik görevimi bitirip İstanbul’a döndükten sonra Gerçek Gündem’i kurduk. “Gerçek Gündem’de kimler yazmalı?’’ sorusu ortaya çıkınca, Sibel’e de teklif götürdük. Sibel, bir iki gün sonra “Tamam yazarım, ama düzenli yazamam. Hastalığım yazıları engelletebilir” dedi. Sibel, yine her zamanki gibi açık sözlüydü. Çünkü; yazı sorumluluğunun bilincindeydi. O yüzden, tereddütünü açıkça dile getirdi.
Doğrusu Sibel, gördüğü ağır tedaviye rağmen, yaşama umudunu hiç yitirmedi. Son zamanlarındaki yazılarında hep ölüm olmasına rağmen, dalga geçmesini de bildi. Hatta 13 Ocak tarihli yazısında “Azrail geldi, ama geri gönderdim” demeyi de bildi.
O günden bugüne tam 35 gün olmuş. “Azrail” bu kez Sibel’i bizden aldı. Geriye ise Sibel’in gülümsemesi kaldı… Tabii bir de yazıları… Sevgili Sibel, son yazısında Nazım Hikmet’in bir şiirinden alıntı yapmış ve okurlarına şöyle seslenmişti:
(1) Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
(2) Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
1948