Sabah balkonda otururken çok ama çok hüzünlendim.
Hiçbir şarkısını bilmediğim, nedense dinleme fırsatı bulamadığım, bir anda hapsi boylayan ünlü sanatçı Gülşen için değil.
Tanınmış sanatçı Minik Serçe’nin yok yere ve bir hiç uğruna şarkısı yüzünden toplumun marjinal kesimi tarafından adeta çarmıha gerilmesine de kızmış değilim.
NTV’de bir ara birlikte çalıştığım meslektaşım Sedef Kabaş’ın yanlış anlaşılan sözleri yüzünden bir şafak vakti yatağından kaldırılıp cezaevine atılmasına da buruk değilim.
Daha geriye gideyim.
Gezi Davası sanıklarından Kavala’nın beş yılı aşkın süredir cezaevinde gün doldurması karşısında da karalar bağlamadım.
HDP eski Genel Başkanı Selahattin Demirtaş olayına girmek bile istemem.
En son “Gezi Davası”ndan 18 yıl hapse çarptırılan fikir insanlarına da fazla kafayı yormadım.
Biliyorum ki bütün bunlar geçici…
Yapılan yanlışlar sonucu, ortaya çıkan tahribatı- acıları- hüzünleri ortadan kaldırma ve yaşamları geri getirme gibi bir şansımız yoksa, o zaman kahrolurum.
Menderes ve arkadaşlarının yok yere asılması gibi.
Gülşen şu an hapiste.
Onun iddianamesini hazırlayan savcı için de bu metne uyup 5 yaşındaki çocuğunu hiçe sayıp Gülşen’in hapse girmesine karar veren hâkim için de tek kelime edecek değilim.
Demokratik sistemde gerçeği ortaya çıkaranları değil, hak-hukuk- adalet için kafa yoranları hiç değil, sadece bazı hukuk insanlarını “aparat” durumuna sokan bugünkü sisteme, bazı savcı ve hâkimleri “emir eri” gibi kullanmaya kalkışan zihniyete karşı tepkiliyim.
Hatta onlar için çok üzülüyorum.
Üstüne üstlük onlar için yapılacak hiçbir şey yok ortada…
Bu tablo, hüznümü arttırdığı gibi içimi de acıtıyor.
1950’den bu yana geçen 72 yıl benim için dert olmayacak belki ama…
Ya arkamızdan gelecekler için…
Gelecek kuşaklar adına daha da hüzünlüyüm.
Hak-hukuk-adalete ulaşmak hayal değil gerçek olabilmeli artık.
Gelecek için fazla umutlu olamıyorum nedense.
Bu yüzden…
İçim sızlıyor, içim…