Şu anda şantiye yerine dönmüş İstanbul ilinde, önce eski binalardan usulüne uygun yıkılamayanları, sonra da bir türlü yapılamayanları anlatmaya çalışacağım.
Disiplinsiz yıkım kalkışmasına sadece İstanbul’un Kadıköy İlçesinden örnekler vermenin yeterli olacağını zannediyorum.
Bağdat Caddesi’nin alt ve üst sokaklarına girin savaş manzaralarını seyredin. Sanki Felluce veya Kobani sokakları. Film çekmek isteyen kolayca bu sahneleri kullanabilir.
İsteyenin istediği kadar gökyüzüne doğru yükselmesinden vazgeçtik, “böyle saça böyle tarak” diyerek tepkisiz topluma biraz da ders olması dileği ile artık o konuya girmiyorum. Belediye yıkım ve inşaat ruhsatını verirken, 7 adet binanın yan yana nasıl bir kıyamet yaratacağını tahmin edemez mi? Onlarca hafriyat kamyonunun ve beton mikserinin cirit attığı güzergâhtan ambulans veya itfaiye araçları geçebilir mi, kısaca yaşam devam edebilir mi?
Aynı zaman dilimi içinde bu inşaatlara izin vermek şart mı?
Birkaç inşaat var; yıkımın yarısını gerçekleştirmişler, molozların üzerinde de birer iş makinesini bırakıp ortadan kaybolmuşlar. Tabelası olmadığı için kimin yıktığı, kimin yeniden yapacağı bilinmiyor. Kadıköy Belediyesine adres verip şikâyet ediyorsunuz, görevliler gelip bizim gibi seyredip gidiyorlar ve 10 gün daha manzara değişmiyor.
İnşaat alanının etrafının çevrilmesi yasa gereği olduğu için usulen kapatılıyor, üç gün sonra teneke levhalar dökülüyor, inşaat artıkları sokaklara yayılıyor.
Sevgili biraderim inşaat mühendisi Bülent Tunçalp’in bir sözü ile başlayayım. “Kent kültürü olmayan kadroların ‘Kentsel Dönüşüm’e kalkışması, okuma yazma bilmeyen bir kişinin kitap yazmaya heveslenmesine benzer” diyor.
İstanbul aynen böyle bir ‘kopyala-yapıştır’ misali çakma kitap haline dönmüştür.
Binaların kaç kat çıkacağı, nasıl bir dış görünüme sahip olacağı, hangi renge bürüneceği piyango gibidir. Tesadüfen bile olsa birbirine benzeyen bina göremezsiniz. Hani şehrin gecekondu bölgelerinde sıvasız boyasız, bize çirkin gelen derme çatma binalar görürüz ya artık aynı manzarayı şehrin göbeğinde görmekteyiz.
Bırakınız bitmiş binaları, şehrin her tarafına yayılmış ve kaba inşaatı senelerce yarım bırakılmış ucubeler karşımızda durmaktadır. Beylikdüzü, Haramidere, Esenyurt, Bayrampaşa tarafları bol miktarda bu inşaat kalıntıları ile doludur.
Ancak ben size İstanbul’un en yoğun ve merkezi güzergâhlarından üç örnek vereceğim. İlki Maslak-Sarıyer hattında, Tarabya yol ayrımındaki bina iskeleti, Uran Holding’in kurucusu İsmet Uran’ın 1996 yılında cinayete kurban gitmesinden sonra yarım kalmıştır. Tam yirmi yıldır o çirkinlik orada durmaktadır.
İkincisi, Maslak’ta yer alan Hattat Holding’e ait ‘Diamond Of İstanbul’ projesi ise 9 yıldır karanlık yüzüyle bekliyor. İnşaat sahiplerinin ifadesi; “projeye devam etmek için Belediye’nin kararını bekliyorduk, 18 arsa verip nihayet sorunu çözdük” şeklindedir.
Üçüncüsü, Topkapı’dan Atatürk Havalimanı istikametine, D-100 karayolu üzerinden ilerlerken, Merter’e inen yokuşun başında en az 40 yıldır yarım kalmış hayalet binaya arada sırada reklam panoları asıldığını izliyoruz. Daha ne olsun?
Gelişmiş ülkelerde bir inşaat 6 aydan fazla yerinde sayamaz. Sahibi bitiremiyorsa; kamu gücü bitirir, satar ve yatırım tutarından geriye kalanı hak sahiplerine dağıtır. Ruhsata aykırı bir durum varsa anında kısmen veya tamamen yıkar. Mahkemeye intikal eden bir anlaşmazlık varsa yine inşaat devam eder ve bitmiş haliyle yargı kararı uygulanır. Bırakınız yarım kalmış inşaatı, dış boyası yapılmıyorsa, Mahalli İdare iskeleyi kurar, onarımı yapar, kârını da eklediği faturayı bina sahibine yollar.
Modern şehirleri güzelleştiren ve o şehre bir anlam katan tarihi binalar vardır. O şehrin belediyeleri ellerini o binalardan hiç çekmezler. Bizdekiler ise ‘hayalet binalar’ olarak kendiliğinden yıkılacakları veya yakılacakları günü beklerler. Örnekler; Barbaros Bulvarı üzerindeki Osmanlı döneminden kalma Zafir Konakları ve 50 yıldır boş duran Büyükada’nın sembollerinden ahşap yetimhane binası. Acıklı halleri yerinde görülebilir. Tamamını yazmaya bu köşe yetmez. Moda, Yeldeğirmeni, tarihi yarımada bu hayalet binalarla doludur.
Bundan tam 43 yıl önce üniversite öğrencilerinden oluşan bir ekip olarak ilk yurtdışı seyahatimizi komşumuz Yunanistan’a yapmıştık. Atina Akropol’den şehre baktığımızda rengarenk bir manzara yerine sadece beyaz ve gri renklerin hâkim olduğu bir tablo görmüştük. Şehri gezerken geniş caddelerin ve geniş kaldırımların gerisinde bırakılan boşluklar ilgimizi çekmişti. Rehber de hemen merakımızı gidermişti; “50-100 sene sonraki ihtiyaca cevap vermek için” diyerek. Kent kültürünün ne demek olduğunu ve şehre neler kattığını daha o yıllarda öğrendik.
Evet, daha sonra da çok gezmiş ve dünyanın her köşesine gitmiş bir kişi olarak en güzel şehrin İstanbul olduğunu söyleyebilirim. Ancak sadece Allah’ın bize bahşettiği kadarıyla!
Seneler sonra kulların eksilttiği kısmıyla geriye ne kalacağını kestirmek ise o kadar zor olmasa gerek…
Yine de bunu gözünüzde rahat canlandırabilmeniz için son bir resimle bitiriyorum. İstanbul’un Üsküdar İlçesindeki Mimar Sinan’ın eseri, 450 yıllık ‘Atik Valide Külliyesi’nin dibine beton dökülüp öğrenci yurdu inşaatına başlandı. Yeni inşaatın kalıpları tarihi binanın duvarına yaslanmıştır. Başka söze gerek var mı?
İstanbul’un fethinin 563. yılını kutluyoruz, hepimize mübarek olsun!