Ülkemiz tarım sektöründe çalışan insan sayısının çok yüksek ve buna karşılık üretim değerinin düşük olması en önemli sorunumuzdur. Konu AB müzakere sürecinde de en çok tartışılan başlıklar arasındadır.
Yıllar itibariyle küçük değişiklikler olmakla birlikte, tarımsal nüfusumuzun toplam nüfusa oranı yüzde 30’a kadar inmiştir. Bu oran ABD de yüzde 2, AB de yüzde 5,49 dur. (FAO, 2005)
Buna karşılık tarımın GSYİH içindeki payının yüzde 11,6 gerçekleşmesi, hem gerçek bir tarım ülkesi olamadığımızı, hem de ortağı olmayı düşündüğümüz AB ye kendimizi ifade etmede sıkıntı yaşayacağımızı göstermektedir.
Gelişmiş ülkelerin konvansiyonel tarıma verdikleri koruma ve mali destek, gelişmekte olan ülkelerin aleyhine bir kısır döngü yaratmıştır. Gelişmiş ülkelerdeki bu destek, üretim fazlası oluşturmuş, fiyatlar düşmüş, düşen fiyatların arkasından yeni destekler gelmiştir.
Gerçi oluşan bu tablonun bize olumsuz yansıması aleyhimize bir faktördür ama, biz kendimizi korumak için bu konuda neler yapmışız? Maalesef hiçbir şey.
Onlar tarım ürünlerine uyguladıkları ithalat kısıtlamalarına devam ederken, biz kapıları ardına kadar açmışız.
Onlar verimli topraklarını korurken, biz kaderine terk etmişiz. Yabancı yatırımcıya yer göstermek yerine, “beğendiğin yere tesisini kur” demişiz. Verimli Bursa ovasını, Çukurova’yı sanayi tesisleriyle doldurmuş ve bununla övünmüşüz.
Bir büyük gazetemizin, Sakarya’daki yine bir büyük otomobil fabrikasının resim altına “15 yıl önce burası patates tarlasıydı” diye yazarak bizi gururlandırması (!) toplumsal bilincimizdeki farkı da ortaya koymaktaydı. Oysa o fabrika ‘ot bitmeyen’ bir arazide kurulsaydı, biz hâlâ Sakarya nehrinin millî toprağında yetişen o enfes patatesleri yiyorduk.
Tarımsal üründe kalite ve kalibraj birbirine karışmıştır. Ürünün kalibrajı sadece boyutunu, çapını ifade eder. Kalite ise tadını ve müşteri tatminini.
İri ithal muzda, bizim Gazipaşa ve Alanya’da yetişen yerli muzumuzun lezzeti var mıdır?
İri, renkli, cildi pürüzsüz ithal elmada bizim küçük, çapsız Amasya elmamızın lezzeti var mıdır?
Biz elimizdekinin kıymetini bilmeden, onun kalitesini iyileştirmeden kolay yolu seçmişiz.
Zor yolu seçen Hollanda ise Kuzey Denizi ile mücadelesinde, topraklarını erozyonla kaybetmeye devam eden ülkelere nispet yaparcasına, denizden toprak çalmayı becermiştir.
Hollanda topraklarının yarısı gelgit seviyesinin üstünde, yarısı altındadır. Önce suyu muhafaza etmek için kanallar yaptılar. Sonra denize set çekip, toprağı kuruttular. Daha sonra tuzdan arındırdılar ve bu toprağı verimli tarım alanına dönüştürdüler.
Evet bizim bu kadar mücadeleye ihtiyacımız yok. Erozyonu önlemek ve eldeki hazır toprağı kullanmayı becermek yeterli olacaktır.
Şimdi bile geç olmadığına göre, konvansiyonel üründe kaybedilen mücadeleyi, organik ürüne yönelerek telafi edebiliriz. Çünkü dünya kirlendi. Bütün hatalarımıza rağmen, hâlâ ABD ve AB kadar kimyasal kirliliğe uğramamış organik tarıma uygun topraklarımız var.
Gelişmiş ülkeler tarafından konvansiyonel ürünlere konan engeller, organik ürün için geçerli değil. Tüketici bilincinin arttığı oranda artan üretimleri yok. Konvansiyonel üründeki talep fazlaları, organik üründe karşılanamayan talep olarak ortaya çıkıyor ve bize ihtiyaçları var.
Toprağın temiz olması tek başına yeterli bir şart değildir organik tarım için. Aynı zamanda yetiştirilen ürünün kimyasal girdi ve ilaca ihtiyaç duymayan yerel ırk olması gerekiyor. Evet o da fazlasıyla bizde var.
ABD ve AB ülkelerinde organik tarımın ihtiyaç duyduğu emek hem kıt hem de pahalıdır. Oysa ülkemizde hem bol, hem de daha ucuzdur. Konvansiyonel tarımda aleyhimize bir durum olan “verim düşüklüğü”, organik tarımda lehimize dönmektedir. Zira organik tarımda kimyasal girdi kullanılmadığı için bütün üretenler eşit koşullara sahip olup, bizim için verimlilik kaybı söz konusu değildir.
Şu anda iç piyasada, ticari getirisi olmamakla birlikte “Türk Organik Pazarı”nın gelişmesi için çaba gösteren birçok vakıf, dernek, üretici, dağıtıcı, perakendeci ve tüketici grubu vardır.
Her biri ayrı ayrı kutlanmalıdır.
Yıllarca bizden dökme olarak aldıkları fındığı, üzümü, zeytinyağını, makarnayı kendi markaları ile pazarlayan Avrupalıya, katma değeri ülkemizde kalacak nihai ürünleri “Türk markası” ile satma zamanı gelmiştir.
Zira yukarıda da belirttiğim gibi bir taraftan yükselen talep, diğer taraftan organik tarım potansiyeli yüksek ender ülkelerden biri olmamız, bu kategoride şansımızı artırıyor.
Öyleyse organik tarımı kullanarak kırsal kalkınma politikalarımızı yeniden belirlemeliyiz.