Mizah, alışılmış sıradan hayata ve olağan düşünceye kurulan tuzaklarla gülümsetmek, gülümsetirken düşündürmek demek. Tuzağın temel malzemesi zıtlıklardır, talihsiz rastlantılardır. Ancak, herkesin gözü önünde cereyan eden bir zıtlığı kopyalayıp temsil etmek nükte tadı vermez. Kaba zıtlıkları ben bile fark edebildiğime göre herkes fark eder. Mizah, herkesin fark etmediği çelişkileri fark edenler tarafından yapılır. Mizah ustaları, çelişkilere biraz çeşni katarak, biraz abartarak, zarif ve ince anlam yükleyerek zihinleri aydınlatırlar.
Üst üste dizildiğinde boyunu aşan onca kitabı Aziz Nesin, insanlara aslında ağlanacak hallerini göstermek için yazmıştı. Ama okuyanlar ağlayacakları yerde güldüler. Çünkü Aziz Nesin ağlanacak halleri nükte tadında hikâye etmişti.
Mizahta bereketin sigortası ise mizahtan anlayan insanların varlığıdır. Göbeğini hoplatarak gülmesi şart olmasa da, alışılmış akla kurulan tuzağı algılayıp tadına varan kişilerin gelişkin beyin taşıdığı, mizah aklına ve duygusuna sahip olduğu kabul edilir. Tekrarlayalım, mizahtan anlayan ayrıca izah istemeyen gelişkin beyin!!!
Mizah ve sigortası böyle tanımlanınca, AKP iktidarı döneminde mizah bahçelerindeki sararmaya kararmaya bakıp hüzünlenmemek elde değil. Kendi hesabıma, mizahtan, gülümseterek düşündürmekten yana hayli karamsarım. Ne yergi şiirlerinde ne mizah dergilerinde, insanı mest eden bir nükteye eskisi kadar sık rastlamıyorum. Nasrettin Hoca’nın, Aziz Nesin’in memleketi ne hallere düştü! Gülmek devrimci eylemdir ama gülemiyorum. Umarım mizah duygumu yitirmemişimdir, devrimciliğime halel gelmemiştir!
***
Nasıl güleyim?
Akbelen Ormanı’ndaki katliamın faili Limak Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı, dünyanın en önemli çevre örgütlerinden Doğal Hayatı Koruma Vakfı Mütevelli Heyeti Türkiye üyesi çıkmış, iyi mi? Gülmeli mi ağlamalı mı?
‘BM sıfır atık’ toplantısında konuşan Emine Erdoğan, “Dünyanın kaynakları nüfusunun 1,5 katına dahi yetebilecek durumda. Yeter ki adil olalım, paylaşmayı bilelim” demiş. Sosyal medya ahalisi “fıkra bu kadar” deyip espri niyetine paylaşıyor; nedense, gülemedim.
Mizahçıların ekmek teknesi siyaset dünyası neredeyse çölleşti, mizahın esintisi bile yok. Düşünsenize, olmaz ya, oldu diyelim. Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli, Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener, Bülent Arınç, Hulusi Akar, Süleyman Soylu bir araya geldiler. Numan Kurtulmuş’un hatırı kalmasın, o da bulunsun. Kim kime ne şakası yapar? Hangisi tadından yenmez bir espri üretir? Fıkranın şahını anlatsan fayda eder mi?
Hepsinin buluşması mümkün olmasa da Erdoğan ve Bahçeli sık sık buluşuyorlar. Birbirlerine fıkra anlatıyorlar mı, espri yapıyorlar mı acaba?
Oysa nükteden yana siyaset dünyası eskiden bu kadar kısır değildi. Milletin birbirini kırdığı 1970’li yıllarda bile, politika esnafı mizahtan yana bu kadar nasipsiz olmamıştı. O yıllarda siyaset dünyasının iki başoyuncusu Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, âdet yerini bulsun cinsinden bir görüşme yapmışlardı. Görüşme sonrasında gazeteciler Demirel’e sormuşlardı:
– Efendim, Bülent Ecevit’in elini sıktınız mı?
Demirel’den yanıt:
– Ya neresini sıkacaktım!
Sağ-sol, ülkücü-devrimci kavgalarında, Demirel-Ecevit çekişmesinde nice espriler üretilmişti. Dinciydi minciydi ama Necmettin Erbakan’ın her vecizesi espri tadındaydı. Erdal İnönü esprileriyle gerçekten gülümsetiyordu. Yıldırım Akbulut ve hatta Tansu Çiller hakkında ne fıkralar üretilmişti.
Şimdi toplum eskisine göre daha milliyetçi daha dinci; daha yerli ve daha milli yani! “İslam hoşgörü dini” ama sıkıysa güncele ilişkin bir Bektaşi fıkrası anlat; adamı tefe koymakla kalmayıp hapse bile atarlar…
“Muhafazakâr demokrasi” devrindeyiz. (Tırnak işareti yetmiyor, ! işareti şart.)
“Muhafazakâr demokrasi” devrindeyiz ama “İkinci İstiklal Harbi’nin Başkomutanı Erdoğan” başlığı altında oksimoron üretmek için hayli yürek yemek gerekiyor.
Bu devirde sıkıysa Diyanet’i, polisi makaraya sar.
Sıkıysa Türk hatta Kürt veya bir yörenin ahalisi hakkında mavra yap.
Örneğin şöyle bir yakıştırma: Rize’de asri mezarlığa uçak düştü. Karadeniz Ajansı’nın haberine göre, 4 kişilik uçağın enkazından 80 ceset çıkartıldı, enkaz kaldırma çalışması ilerledikçe ölü sayısının artmasından endişe ediliyor… Rizeliler demediklerini komazlar. Bu ve benzeri konularda şakalaşmaya gelmez.
* * *
Pravda ve İzvestiya
Madem bu konularda mavra yapmaya, kişileri ve kimlikleri makaraya sarmaya gelmiyor, ben komünistleri makaraya sarayım. Komünistlerle dalga geçmenin tehlikesi yok nasıl olsa.
Yeri geldiğinde derste veya dostlar meclisinde anlatıyorum.
Sovyetler Birliği’nde iki büyük kitle gazetesi varmış. Biri Pravda, öteki İzvestiya.
Pravda, Türkçe’de “Gerçek” anlamına geliyor, İzvestiya’nın karşılığı da “Haber, rapor.”
Sovyet yurttaşları kendi aralarında şöyle dalga geçiyorlar:
“Pravda’da İzvestiya yok, İzvestiya’da Pravda yok!”
**
Kahrolsun diktatör!
Sovyet mizahıyla devam edelim. Devir Stalin devri. Sarhoşun biri gece yarısı Kremlin Meydanı’nda “Kahrolsun diktatör!” diye slogan atıyor. KGB ajanları adamı paketleyip Stalin’in huzuruna çıkarmışlar. Stalin, sarhoşa sormuş:
– Yoldaş, kahrolsun diktatör demişsin?
Sarhoştan yanıt:
– Yoldaş, ben Hitler için kahrolsun diktatör dedim.
Stalin bu kez KGB ajanlarına dönüp sormuş:
– Yoldaşlar, siz ne anladınız?
* * *
Değişmek ya da değişmemek
Temenni etmem ama bu nükteler anlaşılmadıysa, başka bir öyküye geçelim.
Ali Sirmen’den okuduğum bir Sovyet fıkrasını Türk mizahına uyarlamıştım. Öykü, Türkiye şartlarında 1970’li yıllarda geçiyor. Yani, devrimci komünistlerin halkın arasına karışıp işçilere köylülere (hatta kışlalarda askerlere) diyalektik ve tarihi materyalizmi anlattıkları yıllar.
Türkiye’de devrime ve sosyalizme en son meyledecek sınıflar köylüler ve esnaftır; ama devrimciler umutsuz vaka olan bu sınıflara sosyalizmi, değişmeyi, diyalektik ve tarihi materyalizmi anlatmaktan geri durmuyorlar.
Malum, hareket ve değişim Marksizm’in temel kavramlarından biri ama Türkiye’de on yıllardır Marksizm’e ait kavram olmaktan çıktı. Gençliklerinde sola ve Marksizm’e bulaşmış, sonra dönek ahlakının itelemesiyle hidayete erip(!) sermayeye biat etmiş dönek taifesi, değişimi, hatta solculuğu tekellerine aldılar. Önce döne dolaşa Turgut Özal’ın sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın ne denli “ilerici”, “demokrat” olduğuna, bulabildikleri safları ikna etmeye çalıştılar. Erdoğan’ı “neo Atatürk” ilan eden, attan düşüşünde mükemmellik keşfeden bile çıktı. Bugünlerde Ekrem İmamoğlu için benzer bir çaba içindeler.
İşte ne zaman, değişim tartışması açılsa, Sovyet mizahından uyarladığım öyküyü anımsarım. Öykünün kahramanları komünist devrimcilerin bilinçlendirdiği köylülerden Reco ile Tayyo. Malum kırlık yerlerde er kişi lakabıyla bilinir. Reco ile Tayyo çok iyi dostlar, moda deyimle iki kanka. (Bu anda sayın muhbir vatandaşa ve ihbarı ciddiye alacak savcıya özel notumdur: Recep ile Tayyip değil, Recai ile Tayyar! Recep ile Tayyip de olabilirdi ama Recai ile Tayyar. Bilmem anlatabildim mi?)
***
Reco ile Tayyo
Reco hali vakti daha iyi olduğundan kendisini Tayyo’dan üstün görüyor, her konuda ona akıl öğretiyor. Karagöz ile Hacivat gibiler yani.
Bir gün yine yan yana tarla sürerlerken Tayyo, Reco’ya seslenir:
– Yav Reco, demokratik halk devrimi çok eyi, benim de torpağım olacak; lakin bu diyalektiğe, her şeyin değiştiğine pek aklım yatmıyo. Sen kâmil adamsın, nedir değişim?
“Kulağını dört aç!” demiş Reco, başlamış anlatmaya:
– Şimdi ağanın tarlasını sürüyon, demokratik devrim olduğunda kendi tarlanı süreceen. Bak, değiştin işte. Günün birinde hastalanacan, sonra da ölecen.
– He ya, Cenabı Rabbilalemin gecinden versin, demiş Tayyo;
Reco devam etmiş:
– Teneşirde yıkayıp kefenledikten sonra gömeceez seni. Kabrinin üstünde otlar bitecek, otları aha bu sarı öküz yiyecek, sonra sarı öküz yola fışkısını bırakacak, ben de fışkıya bakıp “Ula Tayyo, ne kadder değişmişsin!” diyeceem. İşte diyalektik bu babo!
Tayyo, diyalektik dersine fena bozulmuş. “He ya! Dünyanın türlü halleri işte. Herhal anlamışam. Dinleyeceksen bir de ben anlatam” diyerek başlamış öğrendiğini tekrara.
– Bak Reco! Sen şimdi tarla sürüyon ya. Yarın öbür gün emri hak vaki olacak. Seni teneşire yatırıp yıkayacağız. Kefenleyip gömeceez.
Reco, kankasının diyalektiği kavramasından memnun, “Aferin Tayyo, Kur’an hakkı için profosor gibi adamsın valla!” diye iltifat etmiş.
Tayyo, “Hele kesme lafımı!” deyip, devam etmiş:
– Sonra kabrinin üstünde otlar bitecek, sarı öküz otu yiyecek, yolun ortasına fışkısını yapacak. Ben de fışkıya bakıp ‘Yav Reco, vallah billah heç değişmemişsen!’ diyeceem!
Naçizane Türkiye’ye uyarlanıp değişen öykü böyle.
Değişmenin, dönmenin, sermayeye biat ve hizmet etmenin metafiziğine diyalektiğine ne denli uydu? Takdir mizah aklını ve duygusunu yitirmemiş okuyucuya ait.