AKP iktidarında kurumların içi gibi kavramların içi de boşaltıldı. “Demokrasi”den “özgürlük”e, “reform”dan “milli irade”ye, “değişim”den “dönüşüm”e yeryüzünde ne kadar evrensel kavram ve değer varsa hepsini yozlaştırıp çürüttüler! El atmadıkları bir “devrim” kalmıştı. Şimdi “muhafazakâr devrimcilik” lafıyla onu da kendilerine benzetmeye çalışıyorlar!
“Muhafazakârlık”, geçmişe bağlı kalmak; gelenek ve görenekleri hiç sorgulamadan, olduğu gibi korumaktır. Muhafazakârlar tutucudur; devrimlere, köktenci değişimlere, yenilik hareketlerine karşı direnç gösterirler. Onlar toplumsal gelişmeye, aydınlanmaya, emekçi yığınların bilinçlenmesine karşı olduklarından, hep sömürü düzeninin sürmesinden yana turum alırlar.
“Devrimcilik” ise bunun tam tersidir. TDK Sözlüğü’ne göre “devrimcilik”, “Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik” demektir. Eskiden “inkılapçılık” dediğimiz şeydir yani.
Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin yirmi yıllık iktidarında yaptıklarının “devrim” değil “karşıdevrim” olduğu kolaylıkla anlaşılır. Cumhuriyetin 100. yılında ülkeyi mahkûm ettikleri “sultanlık rejimi, onların tutuculuğu bile aşan çağdışı bir gericilik peşinde koştuklarını gösteriyor.
* * *
“Muhafazakârlık” ve “devrimcilik”, birbirine temelden karşı iki siyasal / toplumsal kavramdır. Karşıt anlamlı sözcüklerin bir arada bulunmasının “oksimoron” olduğunu daha önceki yazılarımızda açıklamış ve hem gündelik yaşamdan hem yazın dünyasından örnekler vererek konuyu yeterince işlemiştik. Ama AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “muhafazakâr devrimciler” oksimoronu, bizi ister istemez bu konuya yeniden dönmek zorunda bıraktı.
Görüyoruz ki Erdoğan’ın AKP’li gençlere “muhafazakâr devrimciler” diye seslenmesi, yandaş kalemleri coşturmuş! Hemen “görev başı” yaparak “muhafazakârların aynı zamanda devrimci olabileceklerini” kanıtlama yarışına girdiler. Sözgelimi iktidarın “coşkun” kalemlerinden Ahmet Hakan, “Bir insan geleneklerine, kültürüne, tarihine bağlılık açısından sonuna kadar muhafazakâr olabilir. Aynı insan siyasette izlediği çizgi açısından statükoyu hallaç pamuğu gibi dağıtan bir devrimci olabilir” diye yazdı.
Kendisi zaten bir dindar / muhafazakârın mahalle değiştirerek ne kadar “devrimci” olabileceğini pek güzel kanıtlamış nadide örneklerden biridir.
Ama şunu da anımsatmadan geçmeyeyim: AKP’ye “devrimci” yaftasını ilk yakıştıranlar, daha çok sol’dan çark etmiş liberallerdir. Bellek tazelemek için 3 Temmuz 2017 tarihli BirGün’de yayımlanan “Hepsi Başdanışman!” başlıklı yazımdan birkaç satır aktarmak isterim:
“Bu adamlar AKP’de nasıl bir cevher bulmuşlarsa, RTE’nin karşıdevrim yolunda attığı her adımı ‘devrim’ diye alkışlamaktan özel bir zevk alıyorlar. Nuray Mert’ten Baskın Oran’a, pek çok liberal aydınımız, AKP’nin yıkım tasarımlarını, yakın zamanlara dek hep bu ve benzeri sözcüklerle niteleyip desteklediler. Eski TKP’nin son Genel Sekreteri Nabi Yağcı da, ‘Mustafa Kemal’in yarım bıraktığı ‘demokratik devrim’i Erdoğan’ın tamamlayacağını’ ileri sürmüştü Referans gazetesindeki yazılarında. Bir dönemin hızlı solcusu Baskın Oran ise daha da ileri giderek, AKP’nin ‘reform dalgaları’nı ‘devrimci tsunami’ye benzetmişti.”
Şimdi de Ahmet Hakan gibi Saray kalemşorları, Erdoğan’ın kameralar önünde kendilerine verdiği görevin “gereğini yapmak” için kolları sıvamışlar; liberallerin bıraktığı yerden sürdürüyorlar kavram karmaşasını…
Biz de Devlet Bahçeli’nin “Tekeden süt sağılmaz, balda tuz bulunmaz, suda ateş yanmaz, Tayyip Erdoğan’dan Cumhurbaşkanı olmaz!” biçimindeki ünlü tekerlemesine küçük bir ek yaparak diyoruz ki:
Muhafazakârlar arasından da devrimci çıkabilir ama “muhafazakâr devrimcilik” olmaz!
* * *
HAFTANIN NOTU
Tele1’in Yanındayız!
Basın İlan Kurumu ve RTÜK, yüzde doksan beşi zaten iktidarın denetiminde olan yandaş basını tüm olanaklarıyla desteklerken, yüzde beşlik muhalif kesime adeta kan kusturuyor! Basın İlan Kurumu’nun yandaşlara dağıttığı ilan ve reklamlarla 1960 öncesinin “besleme basını” yeniden yaratılmış bulunuyor. Halka gerçekleri aktarmaktan başka suçu olmayan bağımsız TV kanallarına ise RTÜK eliyle durmadan ağır cezalar ve yaptırımlar uygulanıyor. Tele1’e verilen “üç gün ekran karartma cezası”, bu hukuksuz uygulamaların en son örneğidir.
TİP Milletvekili Sera Kadıgil’in canlı yayında söylediği “Diyanet bu haliyle siyasal İslamcı gereçtir” sözü, son cezanın gerekçesi yapılmış. Üst Kurul’un AKP’li ve MHP’li üye çoğunluğu, TİP milletvekilinin gerçeği yansıtan bu eleştirisinden dolayı, Kanal’ın “dil, din, ırk ayrımı gözeterek yayın yaptığı” sonucuna varmış. Böylesine saçma ve tutarsız bir suçlama olamaz! Tele1’de çalışan arkadaşlar, her türlü ayırımcılığın karşısında yer almış meslektaşlarımızdır. RTÜK’ün partizan üyeleri, bu kararlarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’na dokunulmaz bir konum ve kutsallık kazandırmaya çalışıyorlar. Oysa Anayasa’nın 136. Maddesinde Diyanet’in görevi şöyle tanımlanmıştır: “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
Milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığı vardır. RTÜK’ün Saray’a bağlı üyeleri, kendilerini mahkeme yerine koyarak böyle keyfi cezalar veremez. Bu hukuksuz uygulamaların eninde sonunda geri tepeceğine ve Anayasa’nın “Basın hürdür, sansür edilemez” hükmünü yok sayanların bir gün mutlaka hesap vereceklerine inanıyorum.
Sesimizi daha güçlü çıkarmazsak bu karanlık hepimizi boğacak. Tele1’i karartma ve kapatma girişimlerine karşı arkadaşlarımızın yanındayız.