Uzun yol şoförlerinin vazgeçilmez yol arkadaşıydı. Geceden yola çıkan ve sabaha karşı menziline varan şoförler direksiyon sallarken Baba’nın şarkılarıyla uyanık kalır, o hüzünlü sesin nasıl olup da uykuya yol açmadığı hep merak edilirdi. Aşağı mahallelerde tekerlekli arabaların cızırtılı hoparlörlerinden yükselirdi sesi. Özel bir lisenin yanı başındaki mahallenin delikanlıları sonuna kadar açarlardı küçük kasetçalarların sesini. O deli kan damarda durduğu gibi durmazdı sonra, o sesle çıkardı durduğu yerden. Lisede okuyan, eteğinin belini kıvırmış genç kızlardan birine yanıktı mahalleli delikanlı. Arkadaşının Doğan görünümlü Şahin’iyle kapıda beklerken arabanın camları açık, kolu dışarda, kız kapıda görününce açtı oto teybin sesini. Bir isyan yükseldi Şahin’den: “Bir içten bakışına gönülden vurulmuşum, dünyam cennet oluyor benim olduğun zaman”. Kız,”ıyyy” diyerek geçti yanından. Arkadaşlarına döndü, “bir bilet, bir jilet” dedi, gülüştü kızlar. Kollarındaki jilet izlerine baktı çocuk, gazı kökledi. Gözyaşlarını saklayacak bir silecek koymamışlardı bu modifiye arabaya. Aşklar ölümüneydi, uçurum derin.
Gençlerin ahlakını bozuyor, onları umutsuzluğa, karamsarlığa sevk ediyor denirdi Müslüm Baba için o zamanlar. Oysa o da anlayamazdı konserlerinde kendilerini jiletleyen gençleri. Çok da üzüldüğünü söylemişti bir röportajında. “Güneş her sabah yeniden doğar, benim şarkılarım umutsuzluğa sevk etmez” diyordu. Her gün o en ağır taşı dağın tepesine tekrar düşeceğini bile bile çıkaran modern Sisifos, Wagner dinleyerek anlaşılmaya çalışılıyor şimdilerde. Hüznün Jazz hali olabilirdi bu pek ala. Sonradan edinilince isyan, zengin durmuyor üstte. Yani ben sana blues dinleyemezsin demedim, blues olamazsın dedim. Derdim söyletir beni, feryat feryat.
Bir adamla bir kadın bundan 30 yıl öncesinde yalnızlığın çaresini bulmuşlar. Anasız, babasız iki göçmen birbirlerinin yaralarını sarmışlar. Kadının pavyonda çalışıyor olması, Baba’ya bir kurtarıcı payesi vermiş de, bu aşk bir ucuz roman malzemesi olmanın çok ötesindeymiş. Repertuarındaki şarkıyı söyledi diye kızdığı kadını sonradan ömrünün repertuarının baş yapıtı yapmıştır adam. İster ki aşkının hatırası hiç bitmesin. Muhterem Nur, Türk filmlerinin o boynu bükük, gözü yaşlı güzeli, 60’lardaki yükselişinin ardından bir pavyonda çalışmaya başladığında tanışır Müslüm Baba ile. Hala hayat arkadaşı olarak bahsedilir boyalı basında. Oysa 1986’da o ikiyüzlü ahlakın kabul edeceği şekilde nikahları da kıyılmıştır. Bir belediye memuru onları birbirine eş kılmıştır belediye başkanının kendisine verdiği sefil yetkiyi kullanarak. Hayatında bir kez gerçekten sevdalanmamış, bir kez gerçekten acı çekmemiş “bir kanaat önderi” pavyondan çıkarılan kadına gösterilen bir teveccüh gibi algılar Müslüm Baba’nın Muhterem Nur’a olan aşkını. Ucuzlaştırdıkça malzeme çoğalır ne de olsa. Aradaki 21 yıllık yaşanmışlık farkı, çıtır sevgili lugatına aşina beyaz Türk’e kadını aşağılamak için yeni bir fırsattır. Oysa 80’inde 50’sindeymiş gibi durmaktadır o aşkla yoğrulmuş kadın.
Pavyonda şarkı söylerken sahneye ilk kim çıkacak kavgasıyla tanışan, aşkını bile kavgasına borçlu adamın hayat arkadaşıdır, can yoldaşıdır artık o mahzun yüzlü kadın. “Gel otur, bundan sonra haracımı ye” demiştir Müslüm Baba. Almadan vermenin büyüklüğüne hayran olmuştur kadın. Talih kuşu bir gün de şaşırıp onlara konmuştur işte. Muhterem Nur’un zirvede olduğu dönemler geçmiştir. Bir film yıldızının ışıltısı değil, esrarlı gözleri çarpmıştır Baba’yı. Aralarındaki yaş farkından tedirgin olmamıştır ikisi de. Müziğinin hitap ettiği o ataerkil alt yapıya sahip kitle de bağrına basmıştır yengeyi. Sevdaya hesap karıştırmanın anlamsızlığını çözmüşlerdir çoktan. Yirmi yıl sonra anlıyorsun ya Müslüm Baba’yı, “hayat arkadaşı”yla arasındaki sevdayı da anlarsın bundan yirmi sene sonra. Aralarındaki 21 yıllık yaş farkı geriden takip ettiğin yıl sayısıdır aslında.
Ben senden önce ölmek isterim. Her aşık kadının amentüsü budur. Kendisi doğduktan yirmi sene sonra doğmuş bir adamın, o ince ruhun ardından elini, alnını öperek uğurlar sevdiğini o hayat arkadaşı. Ki o alın bir trafik kazası sonunda öldü diye kaldırıldığı morgdan çıkarılmasından sonra neredeyse yeniden yapılmıştır. Severek yaşattığı adamın arkasından “dua edin de ben de öleyim” diye yalvarmaktadır kadın. “Senin hasretin varken bu şehirde yaşanmaz” demektedir sevgiliye. Nisyan ile malul olmak istememektedir. Yaşamak değildir yaşamak sevgilinin ardından.
Doğan görünümlü Şahin olabilir ancak şimdiki aşklar. Bir boy aynası ile yaşayabilir çoğu âdem oğlu ve kızı. Boşuna uğraşır durur birilerini sevmek için. Sevmeden önce birbirinin CV’sini inceleyenler yine sevemezlerdi birbirlerini simsiyah duman olsalardı. Sevmeye çalışanların da sevdaları ahtapot öldürülür gibi kafası betona vurula vurula öldürülür itinayla. Madem ki bu kerre mağlubuz, aşka iman tazelemeye ihtiyacımız var, Muhterem Nur’a ve onun aşkına bakabiliriz bunun için. Yeşilçam’ın en çok ağlayan ve en çok ağlatan kadını yol gösterebilir belki bize. “Sevmenin başka türlü şekli var mı?” Onu öğreniriz. E artık kanaat önderleriniz de onayladığına göre siz de Müslüm dinleyebilirsiniz ve Muhterem Nur’un ölmeyen aşkına hürmet edebilirsiniz.
Belki aşkınız söyletir bir gün sizi de, feryat, feryat! Ya da sorarsınız “Muhterem, biz bu şarkıyı en son ne zaman okumuştuk?”