Kulislere giden merdivenlerin altında, toplantıları ve okuma provalarını yaptığımız odanın orta yerindeki büyük masanın çevresinde toplandık.
Bu oda tiyatronun mutfağı, sahnedeki oyunların hepsi önce burada okundu, tartışıldı.
Öyle bir gün üç gün değil, en az on beş gün, bazen daha fazla.
‘Masa başları’ hep sancılıdır. Oyunun, oynayacağı rolün ne olduğunu, ne anlatmak istediğini ilk burada algılar oyuncu, müzik-dekor-kostüm-ışık tasarımcıları da öyle. Okudukça, konuşup tartıştıkça oyun sizin olur.
O gün ne olacağını bilmeden toplanmıştık. On dakika sonra kapıdan pardösülü-şapkalı koca bir arkadaş ‘merhaba’ diye girdi.
Selamlaştık, çantasını açtı, masanın üstüne bir kitap koydu, hepimiz kitaba yöneldik.
Bilgi Yayınevi’nden yeni çıkmış, desenlerini Abidin Dino’nun çizdiği Kuvâyi Milliye.
– Yeni oyunumuz budur arkadaşlar. 1,5 aylık bir prova süreci için program yapıp sezon sonuna yetiştirmeye çalışacağız. Oyunun ara metinleri olacak ve o ara metinler, greve çıkmak için tartışmaların olduğu bir fabrikanın avlusundaki, iki farklı sendika üyesi işçilerin, emek-sermaye-sömürü tartışmaları üstüne kurulu olacak.
Tüm kadro birbirimize bakışıyoruz. İnsanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir destan, fabrika ve işçiler ve emek ve sermaye ve sömürü!
Sorular uçuşmaya başladı.
– Neden şiiri oynamıyoruz, Nâzım’ın bu ara metinlere gereksinmesi mi var, kurtuluş savaşı gerçekliğinden seyirciyi uzaklaştırmış olmayacak mıyız?
Anlaşıldı, tartışma daha ilk günden uzayacak ve ortaklaşmak zaman alacak.
İlk sahneyi anlattı yönetmen.
– Fabrika avlusunda, mesai arasında işçiler ürettikleri inşaat malzemelerinin bulunduğu avludalar, kimileri büyük kablo makaraları üstüne oturmuş, kimisi tur atıyor, bir köşede bir işçi türkü söylüyor, sendika temsilcilerinden biri elinde bildiri çıkmış en tepeye, “Grev yapmak işsiz kalmak demektir, kendi ocağımıza incir ağacı dikmek, ekmeksiz kalmak demektir. Vatanını seven kendine ve fabrikaya sahip çıkar.” diyor, bir kısım işçi alkışlıyor, diğerleri gülüyor. Sonra diğer sendikanın temsilcisi çıkıyor aynı yere “Emeğimizi sömürenler bir avuç kanı bitlenmiş asalaklardır, günlerdir görüşülüyor, asla haklarımızı vermiyorlar, burada ve diğer fabrikalarda hepimiz köle gibi çalıştırılıyoruz, sendikal haklarımızı kullanıp greve gitmek bir haktır. Ekmek diyor arkadaş, ekmek küflü, ekmek kanlı.” ve sonra müzik başlıyor, bir orkestra düşünün piyano, keman, davullar, çello, kontrbaslar, saz. Türküyü söyleyen işçi başlıyor destanın girişini okumaya. Ardından replik replik bölüşülüyor ve oyun başlıyor.
Yine bakışıyoruz, bu kez soru işaretleri daha da çok.
– Müzikli bir oyun zor. Bu destanın içinden bestelenmiş olan bölümler var. Ruhi baba destanın girişini, Davet şiirini, Arhavili İsmail’in bir bölümünü hayata katmıştı. Hepimizin dilinde. Bu arkadaş yeni bestelerden söz ediyor, nasıl olacak?
– Olacak, seyircimiz sevecek, destanı sarıp sarmalayacak, bağımsızlık ve sınıf mücadelesinin bir bütün olduğunu anlayacak, emek özgürleşmeden bağımsızlığın hiç olduğunu kavrayacak. Oyunumuzu ‘Fabrikalardan Kuvâyİ Milliye Destanı’ olarak afişe çıkacağız.
– Çok iddialı değil mi, kurtuluş savaşı ve emek ve sermaye çelişkisi ve sömürü çarkı. Kelimeler bile yan yana gelince kavga ediyorlar.
– Bizim derdimiz de bu işte. Tiyatronun görevi bu karanlık günlere ışık yakmaksa eğer, elimizde Nâzım gibi bir ateş var. Yakacağız o deniz fenerini en güçlü biçimde ve bugün grevlere çıkan işçilere, direnen gençliğe, yoksul köylüye doğru yönelteceğiz.
Tartışma sürerken arkadaşlardan biri hepimizin önüne birer Kuvâyi Milliye kitabı koyuyor.
– Değerli arkadaşlar, sizlerden ilk ricam, tüm destanın hepiniz tarafından ezberlenmiş olmasıdır.
Yolculuk başlıyor destan yazıldığı, basıldığı tarihten sonra ilk kez bir tiyatro sahnesinde ete-kemiğe bürünecek. Masa başı uzadıkça heyecanlarımız büyüyor, ara metinlerle şiir kucaklaştıkça o ilk günlerde oluşan olumsuzluk yerini umutlara bırakıyor. Zaten sahnemizin üstü şenlikli. Yılmaz Onay oyunlaştırması ve rejisiyle Gladkov’un Çimento’sunu oynuyoruz ve salon işçilerle, emekçilerle, gençlerle dopdolu. Hele tiyatro sahnelerinde ilk kez Enternasyonal marşının söylendiği, üstünde kızıl bayrağın olduğu küçük vagon, ışık odasından çelik tellerle sahne üstüne geldiği o an seyirci ayağa kalkıyor, coşuyor, coşuyoruz. Şimdi bu destanla bir kez daha eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin kapısını aralayacak, sömürü çarklarının ezilip un edilmesi için sevdalı bir ateş yakmış olacağız. Masa başından sonra sahneye çıktığımız ilk gün, oyunun dekoru olan ahşap ve büyük inşaat telleri sarılan makaralar sahnedeydi. Bu müthiş bir kolaylık. Oyun yürüdükçe işlevsellikleri çoğalıyor. Müzikler destana ve sınıf mücadelesine can katıyor. Kostümlerde dekorlar gibi aynı fabrikadan geliyor. Şenleniyoruz. Üstümüzde gerçek işçi tulumları. Oyun seyirci ile buluştuğunda yüreklerimizde özgürlüğün ve eşitliğin şarkıları uçuşuyor.
***
Tarih 1979. Yer Ankara Çağdaş Sahne. Kapıdan girip kitabı masanın üstüne koyan yönetmen Ali Taygun. Oyuncu ve yaratıcı kardeşlerimin birçoğu aynı tutkuyla üretmeye devam ediyor, birilerimiz çiçek olup toprağa düştük.
Bir masal gibiydi, defalarca oynandı, turnelere çıktı. 3 Haziran 1979 günü Ankara Gençlik Parkı Açıkhava Tiyatrosu’nda yalnız içeride değil binanın çevresinde binlerce insan vardı. “Nâzım aramızda yaşıyor” sloganını ilk orada duydum.
Mutlandık, tiyatro bir kez daha görevini yapmıştı. Ancak durmadan, yılmadan deniz fenerinin mavi ışıklarını çoğaltmak gerektiğini biliyorduk.
Hem şenlikli hem ağrılı yıllardı.
Üniversiteler, fabrika avluları, meydanlar şiir bahçesiydi.
Sokaklar ise tank paleti, dipçik, kurşun, kan.
İnsanlarımızı öldürüyorlardı. Faşizm, devlet destekli kudurmuş, halka kin, nefret kusuyordu.
O günlerden geriye, insanlığı ayakta tutan çok şey kaldı ama hepsinden önce Nâzım kaldı ve destanın girişindeki ‘Onlar ki’ şiirinin sonu.
“..ve onlar için zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur denildi.”