Kimyager olan Primo Levi, “Periyodik Tablo-Hayatta Kalma Öyküleri” isimli kitabında elementler üzerinden kendi hayatta kalma öykülerini anlatır. Yaşamın anahtar elementi karbona geldiğinde sıra, bir karbon atomunun seyrini izler ve şöyle der: “Fotosentezin mekanizmasını ve karbonun rolünü çözdüğümüzde dünyayı açlıktan kurtarabiliriz”. Aşk ve devrim dahil her şey, kimyadan ibarettir.
Organik kimya, “yüce karbon” elementinin üzerine kurulmuştur. Karbonlu bileşikler, yüzyıllarca kaldıkları yer altında değerli taşlar haline dönüşürler. O küçücük elmas parçacıkları kendisinden yüzlerce yaş küçük çocukların elleriyle toplanır da, bilmem kaç karatlık pırlanta olur, bir sözleşmeye yapıştırılır pul niyetine.
Taş yerinde ağırdır, yerinde kaldıkça değerlenir. Hayatın devam etmesinin sırrı, atomların elele verip oluşturduğu o uzun zincirlerdedir. Bir siyasal örgütün yaşam süresi, zincirlerini kırmaya gönüllü insan sayısıyla oluşturduğu zincirin uzunluğuyla ölçülür. Çorbayı içerler diye tekkeyi beklemelerine izin verilmez de kurucu partinin evlatlarının, yerlerine birileri evlat edinilir. Zincirin en zayıf halkası çıt diye kırılır er geç.
“Her öykü esasen otobiyografiktir, her kitap az da olsa tarih kitabıdır” der, Primo Levi. Herkes kendi hikayesinin vakanüvisidir. Öyle olmalıdır. Oysa son yirmi yıldan bu yana başkalarının yazdıkları üzerinden okumaktayız kendi hikâyemizi. Bizim hikayemizi kimler yazıyor? Siyasal İslam’ın argümanları üzerinden kendi yaşadıklarını anlamaya çalışıyor Cumhuriyet Halk Partisinin öz evlatları. Herhangi bir düşünsel veya eylemsel muradı olmayan, günü kurtaran siyaset yapma biçimi, elele verip hayati zincirler oluşturmamızı engelliyor. Hak arama kültüründen yoksun, kendi kapısının önünü bile süpüremeyen ve sürekli olarak tembellik hakkını kullanan, lümpen bir ” aydın” kitlesi yetişiyor.
Gramsci, aydınların bir sınıfa bağlı olduklarını, egemenliğe yönelen her grubun, kendi özel organik aydınlarını yaratmak zorunda olduğunu söyler. Bu aydın sınıfı, entelijansiyanın devamı olmak yerine, yeni olan, yeni durumdan doğan aydınlar olmalıdır. Yeni durumdan kanaati olmayan önderler doğuyor. Kanaatimize önder bulamıyoruz. Kesif ve şaşkın bir elitizm kaplıyor her yanı. Her yan yanık yanık ego kokuyor. Elitist olmadığının ispatı için gaklayarak konuşan siyasetçiler, halka bu şekilde dokunduklarını iddia ederken, halk arenalarında bir alkış tufanıyla alınıyor halkın gazı. “Bu kedi bu ciğeri yedi” muhalefetine “o ciğeri kim ortada bıraktı?” diye soramıyor kimseler, dengeler adına. İsimsiz Mehmetlerin organik mücadelesinin üzerine kurulmuş olan partide soyadı tercih sebebi oluyor. “Sıfat, adın düşmanıdır” derken Flaubert, turfanda olduklarından numaraları, etiketleri bulunan ve fakat isimleri bulunmayan, aile aidiyetleri nedeniyle, soyadlarından dolayı partiye kaydedilen, ancak partiye aile aidiyeti hissetmeyen belirtisiz sıfat tamlaması vekiller, parti yöneticileri, bu kanaatin önderi olamıyor. Sıfatlarını alın, geri neleri kalır ki? Devrimci geleneğe sahip partide eleştiri, özeleştiri gibi süreçler, bir sonraki seçime kadar hep rafa kaldırılıyor. Turfanda vekil mazbatasını alana kadar sesini çıkarmayan taban, o vekil başka bir partiye geçince alıyor seranın sararmış muşamba kokusunu. “Ne olursan ol yine gel, bin kere yandaşlık yapmış, kırk kere tövbeni bozmuş, davanı satmış olsan yine gel” yeni sloganı oluyor yeni sağ ideolojinin etkisindeki kurucu partinin. Kendi evlatlarını kavganın dışına iten CHP’de taşlar yerine oturmadığından ve yerinde kalmasına izin verilmediğinden organik ve sağlam bir yapıya da ulaşılamıyor.
Devrimler organik aydınların temel reaktifi oldukları kimyasal reaksiyonlardır. Konsantrasyonu en az olan reaktif, reaksiyonun süresini ve hızını belirler. Justus Von Liebig, Minimum Kanunu olarak tanımladığı çalışmasında, toprakta az miktarda bulunan mineralin verimliliği belirlediğini, diğer mineralleri yüz kat da arttırsanız en az olan mineralin ürünü belirlediğini tespit eder. En geniş kitle çalışması içinde en dar kadro şiarıyla yola çıkanlar, alternatif yol arayışları içinde “çok” olmanın büyüsüne mi kapılırlar da, aslı varken suretine prim verirler? “İnan Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak”*
Sokrates, iktidar âşıklarının, sistemin güç ilişkileri içinde yoğrulmaları nedeniyle iktidara gelmemeleri gerektiğini söyler. Ona göre, gerçek bir siyasal topluluk, ancak iktidarı hayatlarının yegâne amacı ve çıkarlarının yegane aracı olarak görmeyenlerin siyasete yön vermesiyle oluşabilir. Koltuğun kendisine sunacağından daha onurlu bir yaşamın, gerçek yaşamın bulunduğunun bilincinde olanlar siyasetle hemhal olduklarında mücadele organik bir hal alır. Koltuk ambarı, devlet dairelerinde el altında ilk aşamada kullanılabilecek malzemelerin, koltuk arşivleri ise her an lazım olabilecek dosyaların bulundurulduğu mekânlardır. Bir koltuğa birkaç karpuz değil, onurlu bir ruh ve zihin sığdıramayanlar, koltuklarına kendilerini tutkalla yapıştıranlar-bu da bir uçucu madde bağımlılığı olabilir- bir süre sonra koltuk arşivinden çıkan dosyalarla kendilerini düzenin koltuk ambarlarında bulurlar. Koltuk ambarını, koltukların istiflendiği bir mekân zannetmek, acemi memurlara has bir aldanıştır.
Turfanda vekiller veya yöneticiler, organik olmayan yöntemlerle fanusta suni gübreyle alelacele yetiştirilmiş varlıklardır. Bunlarla bu halkın açlığı giderilemez. Karbon atomunun seyrini izleyince, örgütün beslenmesi sağlanabilir ancak. Örgüt, ancak organik bir yapı olduğunda hayata tutunabilir. CHP, bu haliyle yerinde ağır olan taşların değil, turfanda vekil adayları ile çıkılan yolda her seçim yenilgisi sonrasında bağra basılan taşların partisidir. Turfanda şeklen güzeldir, vitrinde de güzel durur ve fakat bu, abime yaramaz.
*Fikir babamın fikir babası Tevfik Fikret’e saygıyla