Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı melez bir dil olan Osmanlıcayı öz Türkçeden üstün tutan insanlar -sayıları çok azalmış olsa da- hâlâ vardır. 1950’lerde eleştirmen ve dilci Nurullah Ataç’ın inatçı çabalarıyla, Türkçeyi yabancı sözcüklerden arındırma ve öz benliğine kavuşturma yolunda hayli başarılı bir dönem yaşandı. Elbette her yenilik gibi, dildeki özleşme / yenileşme çabaları da başlangıçta yadırgandı, eleştirildi, hatta suçlandı. O yıllarda en çok da “anı”, “ilginç”, “örneğin” gibi sözcükler gürültü koparmıştı! Neler yazmamıştı gerici kalemler! Yok efendim “anı” sözü “anırma”yı çağrıştırıyormuş! “Örneğin” sözcüğü ise Ermenice kökenli imiş… Türkçecilere saldırmak için bile Ermeni düşmanlığına sarılmışlardı! Daha da ileri giderek, öz Türkçeyi savunanları -artık nasıl bir bağlantı kurmuşlarsa- “Moskofluk”la, Moskova güdümünde olmakla suçlayanlar bile çıkmıştı!
Sonra ne oldu? Türkçenin özleştirilmesi akımı dalga dalga yayıldı; en değerli yazarların, ozanların elinde ve dilinde çiçek açtı; öyküye, romana, denemeye, şiire dönüştü! Osmanlıca sevdalıları, bu güçlü akım karşısında yenilgiye uğradılar. Ataç’ın sözcükleriyle alay edenler, zamanla o sözcükleri kullanmaya başladılar! Bugün “anı” ve “örneğin” sözcüklerini yadırgayan kaldı mı?
* * *
1960’larda öz Türkçe yazıp konuşmak, adeta ilericilik göstergesiydi. Yazarlar, birbiriyle yarışırdı Ataç’ın sözcüklerini kullanmak için. O dönemin gazete ve dergilerine bakarsanız, Türkçenin nasıl bir arınma sürecinden geçtiğini somut olarak görürsünüz. 1950 öncesinde yüzde 40-50 düzeyinde olan öz Türkçe sözcük kullanma oranı, 1960 sonrasında yüzde 80-90’lara ulaşmıştı.
İslamcı AKP iktidarında, her alanda olduğu gibi dilde de yeniden geriye dönüş başladı. Osmanlıcacılar; eski, naftalinli sözcüklerini sandıklarından çıkarılıp piyasaya sürdüler. Bilimsel-teknolojik gelişmelere koşut olarak bir yandan Batı kaynaklı sözcük, terim ve kavramlar Türkçeye girerken, öte yandan 12 Eylül faşist darbesiyle özerkliğini yitiren TDK eliyle Osmanlıca sözcükler yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Barış, Deniz, Devrim, Emek, İmge, Simge gibi güzelim öz Türkçe çocuk adları bile dinsel kaynaklı Aleyna, Büşra, Furkan, Kübra, Sümeyye gibi Arapça sözcüklerle yer değiştirdi!
Bu yeni ideolojik süreçten toplumun etkilenmemesi düşünülemezdi elbet. Özellikle genç ozanlarda görüyoruz bu savrulmayı. Artık aşk şiirlerinde geçen kadın adları bile “zamanın ruhu”na uygun olarak Arapça ve Farsça sözcüklerden seçiliyor! Hatta devrimci kimlikleriyle tanınan orta yaşlılar bile uzak duramıyor bu modadan; “nidâ”lı, “vedâ”lı şiirler yazıyorlar…
* * *
Anadilini önemsememe, Türkçeye giren yabancı sözcükleri “zenginlik” sayma eğilimi, sınırlı da olsa, kimi kesimlerde etkisini sürdürüyor.
Örneğin Semih Elhan adlı okurumuz, öz Türkçe sözcükleri “kâbus” gibi gördüğünü yazmış bize. Benim bir yazımda “sayrılarevi” sözcüğünü görünce, “Eyvah, kâbus geri döndü!” diye söylenmekten alamamış kendini. Öz Türkçe sözcükler konusunda böyle keskin yargıları olan okurumuzun kısacık iletisinde sayısız yazım, noktalama ve anlatım yanlışı vardı. Neyse, ben onun metnini anlaşılır duruma getirdim, paylaşıyorum:
“Merhaba.
Dilin Kemiği’nde ‘sayrılarevi’ kelimesini görünce eyvah dedim, kâbus geri döndü! Rahmetli Mustafa Ekmekçi, yazılarında ısrarla kullanırdı bu kelimeyi, hiç hoşuma gitmezdi. Neyse ki tutmadı. Tutmadı demişken en büyük şansızlığımız da öz Türkçe kelimelerde ‘ya tutarsa’ yönteminin geçerli olması. Öyle tuhaf, ses uyumu olmayan, tırmalayan kelimeler saçılıyor ki ortaya, aman inşallah tutmaz diye yüreğim ağzımda bekliyorum. Okuduğum çeviri kitapta son derece tuhaf, tırmalayan bir kelime görünce, ‘bu nedir?’ diye Google’a baktım. Anlamı ‘perspektif’miş. Böyle düzgün bir kelime varken bu zorlama neden? Elimizde sözlük, kitap okuyoruz! Böyle olmamalı. Dilimizde Arapça, Farsça, İngilizce kelimeler var ve bunlar dilin zenginliği. Bunları değiştireceğim diye birbirimize yabancılaşıyoruz. Neyse ki yazının sonunda ‘hastaneye yatırıldı’ diyerek anlaşılmaz olmaktan kurtulmuşsunuz. Saygılarımla.”
Evet, halkın yazarı Mustafa Ekmekçi gerçekten çok kullanırdı “sayrı” sözcüğünü. Hastalık için “sayrılık”, hastane için de “sayrılarevi” derdi. Bunula da yetinmez, hekimlere de “sağınlar” diye seslenirdi. Nurullah Ataç da sık kullanırdı bu sözcükleri ama bunlar onun “uydurması” değildi! Çünkü Anadolu coğrafyasında yüzyıllardır kullanılan, özden daha öz bir Türkçe sözcüktü “sayrı”. Bakın öz Türkçe şiirin öncülerinden Koca Yunus, yaklaşık sekiz yüzyıl önce bir şiirinde nasıl kullanmış “sayrı / sayru” sözcüğünü:
“Yunus düşte gördü seni / Sayru mısın sağlar mısın”
Yunus Emre’nin şiirine bile girmiş bir sözcük nasıl böyle aşağılanıp tu kaka edilebilir?
Üstelik sonraki yıllarda Divan şiirinde de yerini almıştır “sayrı” sözcüğü. Örneğin 15. yüzyılda Kütahya’da yaşamış Şeyhî’nin iki dizesi şöyledir:
“Ne ten kim candan ister ayrulığı / Savulmasın başından sayrulığı.”
* * *
Her yeni sözcük dolaşıma girdikten sonra uzunca bir deneme sürecinden geçer. Bu süreçte sınanır, tartılır. Tutanlar olur, tutmayanlar olur. Tutanlarla yol alınır, tutmayanların yerine yeni sözcükler önerilir. Dilin arınıp varsıllaşma süreci böyle sürer gider…
Bir yazımda da belirttiğim gibi, “Maya tutmuştur. Özleştirme akımına karşı çıkanlar yenik düşmüştür. Bu saatten sonra Dil Devrimi’ni geri çevirmeye, suları tersine akıtmaya kimsenin gücü yetmez!”