Türkiye 15 gündür ayakta. Gezi Parkı’ndaki ağaçlara sahip çıkmak amacıyla başlayan eylem, AKP hükümetinin sayesinde görülmemiş bir halk hareketine dönüştü. Erdoğan’ın “çılgın “projelerine” alışmıştık ama sonuçlarına bakılırsa, en çılgın projesi Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı ve beraberinde AVM yapmak istemesi oldu. Gezi Parkı’na, oradaki ağaçlara sahip çıkmaya çalışan gençler, çadırlar kurarak 24 saat nöbet bekliyorlardı, bir gece ansızın gelip, ağaçları keserek parkı talan edeceklere karşı. O beklenenler, sabaha karşı ansızın geldiler bir gün. Derin uykuda yakaladılar doğa bekçilerini, çadırlarını yaktılar, yıktılar, döverek korkutacaklarını sandılar. Çadırlara ilk kibriti çakan polis, belki de bilmiyordu ateşin bütün ülkeyi saracağını. Gezi Parkı’nda ağaçlara sarılarak korumaya çalışanları, toplum yalnız bırakmadı. Ankara’dan verilen destek, Kuğulupark’ta, Kızılay’da başladı, kentin bütün mahallelerine yayıldı. Çok kısa sürede bir halk hareketine, bir isyana dönüştü direniş. Artık “her yer Taksim, her yer direniş”ti. Tarih yazılıyordu Taksim’de, Gezi Parkı’nda. Tarih yazılıyordu Ankara’da, Kızılay’da, Kuğulupark’ta. Tarih yazılıyordu yurdun dört bir yanında. İçişleri Bakanı Muammer Güler’in ifadesiyle, 70 ilde Gezi Parkı direnişine destek gösterileri yapılıyordu.
Ancak televizyon kanalları, gazeteler görmüyorlardı kendi ülkelerinde olanları. Türkiye’nin değil, ilgisiz bir başka ülkenin medyasıydı sanki, okudukları gazeteler, izledikleri televizyonlar. Gençler, teknolojinin bütün olanaklarını kullanarak internet üzerinden duyurdular bütün dünyaya olayları. Polis vahşetinden internet sayesinde haberdar olduk. Televizyonları bırakıp, gençlerin olay yerinden canlarını ortaya koyarak cep telefonlarından yaptıkları canlı yayınları izler olduk.
Meslektaşlarımızın olayların içinde nasıl çalıştıklarını bilmesem, kimse görevini yapmıyor diye düşünebilirdim. Kenan Şener’in yardım isteyen e-maili, olayın boyutlarını çok iyi anlatıyordu. Kenan, alanda görevli gazetecilerin polisten de nasiplerini aldıklarını, yardıma ihtiyaçları olduğunu bildiriyor ve yardım istiyordu. Yardım çağrısında izinli olan tüm meslektaşlarını Kızılay’a, görev başındaki gazetecilerle dayanışmaya çağırıyordu. İki ateş arasında kalmıştı gazeteciler. Bir yanda, bütün yurda yayılan eylem haberlerini ekranlarda, gazetelerde göremeyen halk, bir yanda copuyla, biber gazıyla görev yapmalarını engelleyen polis! Eylemlerin içinden izlenimlerini, fotoğraflarını sosyal medyada bizlerle paylaşabiliyorlardı ancak asıl yayınlanması gereken yerde, televizyonlarda göremiyorduk.
Bir tek Halk TV direniş haberlerini yayınlıyordu. Röportajlar yapıyor, canlı yayınlarla bu halk hareketini duyuruyordu bütün dünyaya. Bütün TV kanalları, muhabirlerinin canları bahasına geçtikleri haberleri görmezden geliyor, halkın haber alma hakkını engelliyorlardı, patronlarının ticari çıkarları için. Gazetelerin, TV’lerin üst düzey çalışanlarının aldıkları 20 bin, 40 bin, 100 bin lira maaşları konuştuğumuzda, hep söylediğim bir şey var. Bu paralar insanlara yazdıkları şeyler için verilmez. Yazmadıkları/yazmayacakları şeyler için verilir. Bir kez daha kanıtlandı bu görüşüm.
Halkın protestoları başta NTV ve Haber Türk olmak üzere TV kanallarının kapısına dayanmaya kadar varınca, reklam veren firmalar görevini yapmayan haber kanallarına reklam vermekten vazgeçeceklerini açıklayınca, halktan özür dileyerek olayları vermeye başladılar. Tabii yine saptırarak, Erdoğan’ı kızdırmamaya çalışarak. NTV’de örneğini gördüğümüz gibi konukların sözleri kesilerek, hatta hakaret edilerek.
RTÜK, halkın haber alma özgürlüğüne engel olan TV kanallarını görmüyor. Türkiye’de ilk kez yaşanan bu büyük halk hareketini görmeyenleri uyarmıyor, cezalandırmıyor. Tam tersine habercilik görevini yerine getiren Halk TV’yi uyarma ihtiyacı hissediyor!
Ne diyelim, helâl olsun!
Onlar da görevlerini yapıyor!