Sıradan insanlar, politikacılar, devlet adamları, sanatçılar, aydınlar, tarih ve SALGINLAR…
Salgınlar, tarihi nasıl değiştirir?
https://www.newyorker.com/news/q-and-a/how-pandemics-change-history
Çev: Ali TARTANOĞLU
Yale Üniversitesi tarih ve tıp tarihi fahri profesörü Frank M. Snowden, hastalıkların ortaya çıkmasının siyaseti nasıl şekillendirdiğini incelediği “Epidemics and Society: From The Black Death to the Present” [Salgınlar ve Tolum: Kara Ölüm’den (veba salgını) Bugüne] adlı kitabında, salgınların patlak vermesinin siyaseti nasıl şekillendirdiğini, devrimleri nasıl etkisizleştirdiğini, ırksal ve ekonomik ayrımcılığı nasıl güçlendirdiğini inceliyor. Salgınlar aynı zamanda yayıldıkları toplumları, insan ilişkilerini, sanatçıların ve aydınların eserlerini, insan yapısı ve doğal çevreyi etkileyerek değiştirir. Snowden’ın anlatımı, açıklaması devasa bir alanda yüzyıllara ve kıtalara uzanarak toplumsal yapıların salgınların gelişmesine ne şekilde imkân yarattığını da açıklamaya çalışıyor.
Amerika’da yayınlanan haftalık The New Yorker dergisinden Isaac Chatiner‘in kendisiyle, COVID-19’un yayılmasıyla ilgili raporların bütün dünyada piyasaları tepe taklak ettiği, hükümetlerin muhtemel daha kötü günlere farklı derecelerde hazırlığa giriştiği 3 Mart 2019‘da yaptığı ve salgına karşı seyahat kısıtlaması politikalarını, hastalığa karşı alınan zorlayıcı önlemlerin hükümetleri nasıl yere serdiğini tartıştığı görüşme aşağıda…
Şöyle büyük bir soruyla başlamak istiyorum. Genel olarak salgınların modern dünyayı şekillendirmesi hangi yollarla, nasıl oluyor?
Salgınlar, insanoğluna gerçekte ne olduğu konusunda ayna tutar görünen bir hastalık kategorisidir. Yani ölüm oranlarımız, ölümümüz, yaşamımızla ilişkilerimiz üzerinde açıkça her şeyi yapabilirler. Çevreyle ilişkilerimiz, yani bizim yarattığımız çevre ve buna karşılık veren doğal çevre üzerinde düşünmemizi sağlar. İnsanların birbirilerine karşı ahlaki ilişkileri gösterir, nitekim bugün bunu yaşıyoruz.
Dünya Sağlık Örgütünün tartışmayı sürdürmesi, önemli mesajlardan biridir. Bu olaylarla yüz yüze gelmeye hazırlıklı olmanın esası, insan olarak hepimizin bunun içinde olduğumuzu fark etmek, herhangi bir yerdeki bir insanı etkileyen şeyin her yerde herkesi etkileyeceğini, bu nedenle de kaçınılmaz olarak bir “tür”ün parçası olduğumuzu, ırk, etnisite, ekonomik durum ve benzerleri yerine bu yönde düşünmemiz, kavramamız gerektiğidir.
Bazı ön okumalar yaptım ve bunun gerçekten derin felsefi, dinsel ve ahlaki sorunları ortaya çıkaran bir konu olduğunu gördüm. Sanıyorum salgın hastalıklar tarihi kısmen de olsa şekillendiriyor, çünkü insanların kaçınılmaz olarak bu büyük sorunlar üzerinde düşünmelerine yol açıyor. Mesela, veba salgının ortaya çıkması, insanın tanrıyla ilişkisi sorusunu açıkça ortaya çıkardı. Böyle bir olay, yani salgın, bilge, her şeyi bilen bir tanrısallık ile bir arada nasıl meydana gelebilirdi? Sayısız çocuğa acımasızca işkence edilmesine kim izin veriyordu?
Ekonomi üzerinde devasa etkisi vardı. Hıyarcıklı veba bütün kıtalarda nüfusun yarısını öldürdü; bu nedenle de yaklaşan sanayi devrimi, kölelik, esirlik üzerinde muazzam bir etkisi oldu. Salgınlar, bugün de gördüğümüz gibi toplumsal ve siyasi istikrar üzerinde muazzam etkilere sahip. Savaşların çıkmasını belirledikleri gibi zaman zaman savaşların bir parçası, aracı da olabiliyorlar. Dolayısiyle, sanırım salgın hastalıkların insan hayatında akıllıca dokunmadığı, dokunamadığı bir alan, en azından büyük bir alan olmadığını rahatça söyleyebiliriz.
Bu olaylara karşılık verme yöntemlerimizin genel insanlığımızdan ziyade ırksal, etnik, dinsel görüşlerimizin bir fonksiyonu olduğu ve bu karşılığın insanlığın bir şekilde kusurlarını, zayıflıklarını gösterdiği sonucuna mı ulaşmak istiyorsunuz? Yoksa vurgulamak istediğiniz başka bir şey mi var?
İki nokta üzerinde duruyorum. Nedensel zincir galiba iki yönde işliyor. Hastalıklar toplumlara rasgele ve karmaşık yollarla acı çektirmez. Olaylara yön verir, çünkü mikroplar insanoğlunun yarattığı ekonomik boşlukları keşfetmek için seçerek, bir anlamda bilinçli olarak yayılır ve nüfuz eder. Bu ekolojik boşluklar kim olduğumuzu; mesela sanayi devrimi sırasında işçilere, yoksullara, benzeri en kırılgan kesimlerin içinde yaşadığı koşullara özen gösterip göstermediğimizi çok iyi sergiler.
Günümüz dünyasında kolera ve verem, insan olarak şu veya bu ölçüde doğru ve uygun olarak kabul etmeye hazır göründüğümüz, en azından kaçınılmaz saydığımız yoksulluk ve eşitsizliğin yarattığı fay hatları boyunca hareket eder. Ama buna karşılık veriş, mücadele ediş şeklimizin büyük ölçüde değerlerimize, yükümlülüklerimize, insan ırkının bir parçası olduğumuz ve daha küçük birimler olmadığımız hakkındaki duygularımıza dayalıdır. Çin’deki Dünya Sağlık Örgütü misyonunun başkanı Bruce Aylward, görev süresi dolup Cenevre’ye döndüğünde sizin sorduğunuza benzer bir soruyla karşılaşınca, eğer şimdi ve gelecekte hazırlıklı olacaksak, gereken asıl şeyin kafa yapımızda mutlaka köklü değişiklik yapmak olduğunu söyledi. İnsan türü olarak birbirimize özen gösterecek şekilde birlikte çalışmak zorunda olduğumuzu; kendi sağlığımız için aramızdaki en kırılgan kesimlerin sağlığını gözetmemiz gerektiğini; buna hazır olmazsak insanlığa yönelik bu devasa tehditler karşısında hiçbir zaman mücadeleye hazır olamayacağımızı bilmek zorundayız.
Peki, nahoş bir düşünce olacak belki ama, teşbihte hata olmazsa, bu kafa yapısı değişikliğini pek gerçekleştirecek gibi görünmüyoruz galiba.
(Gülerek) Bu konuda çok iyimser olduğum değil söylemek istediğim. Ama olması gereken budur diye düşünüyorum. İnsanlık için bir karanlık taraf da var; bu ise bunun faizinin bir parçası. Neyi tercih edeceğiz? Bu tehditle karşılaştığımızda ne yapacağız? Bunun önceden belirlendiğini, programlandığını sanmıyorum; gözümüzün önünde büyük bir insani ahlak dramı oynanıyor.
Bu sıkıntılara karşı nasıl mücadele edeceğimizle bunların yaygınlığı arasında ilişki olduğu düşüncesi neredeyse dinsel bir düşünce…
Tamamen katılıyorum. Gerçekten o düzeyde var olan bir konu ve ahlaki zorunluluk anlayışımızın büyük bir parçası; Aynı zamanda salgın hastalıklar tarihinin de büyük bir parçası olduğu kanısındayım.
Verilen mücadelenin insanlık hakkında bir şeyler ilham ettiğini gösteren belirli salgınlar var mı?
Kesinlikle var. Salgının kendimize ayna tuttuğunu söylerken, sanıyorum insanlığın sadece karanlık tarafını göstermekle yetinmiyor. Kahramanca tarafını da gösteriyor. Bunun gerçekten güzel bir örneği, Ebola salgını sırasında Sınır Tanımayan Hekimlerin, özel çıkar, ödül vesaire hiç beklemeden ve bilerek, kendilerini dünyanın en güçsüz insanlarının hayatlarını ve sağlıklarını savunmaya adayarak hayatlarını ortaya koyması… Sınır Tanımayan Hekimler bunu dünyanın pek çok yerinde her gün yapıyor; şimdi de Çin de aynı mücadelenin içindeler.
Çok yüksek nitelikleri, yetenekleri sergiliyor böyle olaylar. Gerçekten, bu tür dikkate değer, önemli olaylar üzerine romanlar yazılmıştır. Edebiyatımızı ve kültürümüzü etkilerler. İtalyan romancı Alessandro Manzoni’nin büyük veba romanı “The Betrothed” (Nişanlı) aklıma geliyor mesela. Kendi cemaatinin en yoksul ve hasta mensuplarına bakmak için hastaneye gidip bu uğurda hayatını feda eden Milano Başpiskoposu Cardinal Borromeo’nun hikâyesini anlatır.
Dünya liderleri veya rejimleri açısından olumlu, dengeli tedbirler alanlar veya salgından sonra ortaya çıkacak olumlu değişiklikler konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yeni Dünyada köle ticaretinin sona erişini, Haiti Ayaklanması ve Toussaint Louverture’nin başarısını her şeyin üstünde sarıhumma belirledi. Napolyon, Haiti’de köleliği yeniden tesis etmek üzere büyük bir donanma gönderdiğinde, köle ayaklanması başarılı oldu çünkü Afrikalı köleler Napolyon ordusundaki Avrupalılarda olmayan bağışıklığa sahipti. Ayaklanma bu sayede Haiti’ye bağımsızlık getirdi. Ayrıca, Amerikan bakış açısından düşünülürse, Napolyon’un Yeni Dünya’ya Fransız gücünü yansıtma projesinden vazgeçmesine ve bu nedenle de ki ben de aynı görüşteyim, 1803’te Thomas Jefferson döneminde Louisiana’nın satın alınmasıyla Birleşik Devletlerin toprak büyüklüğünün iki katına çıkmasına yol açan husus da bu idi.
Bu salgınlarla siyasi baskı hangi sıklıkla bir araya gelmiş veya siyasi baskının bir mazereti, gerekçesi olarak kullanılmış?
Galiba her zaman siyasi baskının bir parçası olarak kullanılmış. Yirminci yüzyılın sadece ayaklanma açısından değil, aynı zamanda siyasi baskı açısından da korkunç bir dönem oldu. Mesela, 1848 devriminden veya Paris Komününden sonra Fransa’da, özellikle Paris’te insanların boğazlanması…
Bunun nedeni kısmen, çok vahşice ve kanlı olsa da hadiselerin yönlendiricilerinin, önderlerinin işçi sınıfını siyaseten olduğu kadar tıbben de tehlikeli görmeleriydi. Onlara göre işçilerin bütün bir topluma hastalıklar yayma olasılıkları çok büyüktü. Bu, “tehlikeli sınıflar” metaforunun gerçekten bir parçasıydı ve Paris komününden sonra 1871’de sergilenen insanlık dışı katliama yol açtı.
Çin’in bugünkü koronavirüsle mücadelesini, koronavirüse karşı yaptıklarını nasıl yorumluyorsunuz?
Üzerinde uzun uzun ve sıkı bir şekilde düşünmemiz, sorulması gerçekten gereken ilginç bir soru var. Gerçekten çok karmaşık boyutları var konunun. Birincisi Çinlilerin 23 Ocak’ta bütün coğrafi bölgelerin ve toplulukların asker ve polis kordonuna alındığı bir karantina şeklinde uygulamaya koydukları zorlayıcı yöntemler… 11 milyonluk bir şehir olan Wuhan’ı, sonra yaklaşık 60 milyon nüfusa sahip Hubey eyaletini dış dünyaya tamamen kapattılar.
Bu, Ebola salgını dahil tekrar tekrar denenmiş, veba salgını dönemi önlemlerine geri dönmek gibi bir yöntem. Bir bölgeyi, karantina adı altında tamamen giriş çıkışa kapatarak kordon altına almadaki sorun, beceriksizce, kabaca, hantalca yapılması… Bir balyoz adeta… Çok geç kalıyor ve kamu sağlığının en temel unsuru olan enformasyonu çökertiyor. Bir tür kuşatma ile, hapisle tehdit edilen insanlar, yetkililerle işbirliği yapamaz. Yetkililer artık ne olup bittiğini bilemez, insanlar da bölgeden kaçar; bu da salgının yayılması demektir. Bunun Çin hükümetinin başlangıçtaki böyle bir uygulaması olduğunu görmek beni çok ürküttü, korkuttu. Veba salgını yıllarından bu yana geliştirilen, bireysel vak’a bulgularına ağırlık vermek, sonra seyrini izleyip izole etmek şeklindeki halk sağlığı normlarına uymuyordu.
Dehşete düştüm ve en kötüsünü bekledim. Neyse ki Çin yönetiminin hareket tarzı yavaş yavaş değişmeye başlamış görünüyor. Zaman içerisinde Çinlilerin kayıtları toplama, toplumun işbirliğini sağlamaya çalışma, bir başka anlatımla ilk günlerin hasarını onarma konusunda çok daha gayretli olacağı görülecek. Sanıyorum tek tür mücadele yönteminden fazlasının gerekiyor… Tamamen kötü değilse de tamamen iyi de değildi.
Dünya Sağlık Örgütünün Çin’in uygulamasının harika bir halk sağlığı çalışması olarak öven tavrının bir parçası olmak istemiyorum. Bu beni korkutuyor. Bu, Ebola salgınında Batı Afrika’da uygulandığı gibi halkı kilit altına sokacak güçlü adamların bulunduğu öteki rejimler ve öteki ülkelerde bu yöntemin işlemediğini söylemek anlamına gelmez mi? Bu beni dehşete düşürüyor. Çıkarılacak dersin bu olduğunu sanmıyorum. Bu dersin, Çin’de bunun muhtemelen çok iyi işlemediğini ve işin tuhafı aslında Xi Jinping’in Dünya Sağlık Örgütü’nün tersine yapılan hatalar olduğunu, yöntem değiştirmek zorunda kaldıklarını, bu hatalardan ders almaları gerektiğini kast ettiğini ima eden daha incelikli bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum Çin bunu yapabilir.
Bu ilginç… Çünkü daha önce Dünya Sağlık Örgütünün veya en azından mensuplarının, insanları ortak insanlık değerlerini bulmaya davet ettiğini söylüyordunuz; şimdi de, en azından başlangıçta, hayli insanlık dışı bir yöntemi övmek istediklerini söylüyorsunuz?..
DSÖ’yü haklı çıkarmaya çalışmıyorum; ama onu anladığımı söyleyebilirim. Çünkü Dünya Sağlık Meclisinin çok sayıda üyesini ve bu olağanüstü krizin tam ortasındaki bir ülkeyi yabancılaştırmak, dışlamak korkunç bir şey olurdu. Dolayısiyle niye böyle olduğunu anlayabiliyorum. Öte yandan, dürüstçe belirtmek gerekirse, kanıt üretme, iletişim, kamu sağlığına veriye dayalı, gerçeğe uygun, bilimsel yaklaşım çabaları konusunda çok büyük bir gerilim oluşmuştu; Çin’in başlangıçtaki tavrında ise bunlar yoktu.
Zaman içinde biraz geriye gidersek, sanatçıların salgınlara nasıl tepki gösterdiği konusunda kapsamlı veriler, nasıl tepki gösterdiğinin anlatıldığı temalar var mı?
Gördüğüm kadarıyla her hastalık bir insan gibi… Her biri bir birey ve her biri diğerinden farklı… Sadece ölümün değiş tokuş edilebilir nedenleri değiller… Her bireyin doğasına, toplumların ve sanatçıların kendilerine nasıl tepki gösterdiğine bağlı. Kaç kişiyi öldüreceklerine; eğer insanları dayanılmaz acılar çektirerek öldürürlerse, çocukları ve gençleri öldürürlerse, geride öksüzler bırakırlarsa, bilindik hastalıklarsa ya da dışarıdan gelmişlerse gibi hususlara bağlı…
Veba salgını, ölüm oranı ve ani ölüm sorunlarını artırıyor. Özellikle ana kara Avrupa’da sanatçılar bundan etkilendi. Katolik ülkelerde temel eğilim, salgını hayatın geçici olduğunun bir hatırlatıcısı olarak görmekti. Ölümün aniliği temaları, yani herkesin sürüklenip gittiği danse macabre, “ölüm dansı” çok ilgi çekiyordu. Kuşkusuz kum saatinin, kemiklerin v.b. kullanılması da… Bilirsiniz vaaz veren rahip, “beyhudeliğin beyhudeliği… Her şey beyhude” der. Bu muazzam bir şekilde hissediliyordu; çok tanınan “veba azizleri için dua” duygusu da vardı. Koyu dindarlık, bağnazlık kültü, ani ölüm temaları, veba sizi aniden alıp götürebileceği için sorunları şimdiden çözme, işleri tamamlama ve ruhu rahatlatma temaları bütün Avrupa’da yaygındı. Avrupa sanatının ikonografisi üzerinde dönüştürücü bir etkisi vardı salgının.
Bunu yirminci yüzyıl içinde bile, Ingmar Bergman’ın harika filmi “Yedinci Mühür”de görebilirsiniz. Filmde veba, Bergman’ın 1957’deki büyük endişesi olan nükleer savaşın metaforudur. Filmin sonu olan “ölümle dans”, danse macabre dâhil veba hakkında söylediğim her şeyin yaşandığını sergiler. Grim Reaper’in tabloları vardır; ölüme karşı sanatla direnmenin bir örneğidir gerçekten.
Başka hastalıklar da başka etkiler ve tepkiler yaratmıştır. Verem dolayısiyle 19’uncu yüzyılda, Romantik dönemde tepkilerin nasıl değiştiğinden söz edebiliriz mesela. Verem gerçekten bambaşka bir şeydir, çünkü bana göre verem, en iğrenç ve acılı ölüm şekillerinden biridir; sonunda boğulursunuz. Ve fakat bir yandan da aynı feci ölüm veya verem, sahnede, güzel olduğu hissettirilen operatik kadın kahramanlarla yüceltilir.
Veya sadece kölelikten söz etmeyen “Tom Amcanın Kulübesi…” O da veremi anlatır.
Verem niye yüceltilir?
Sizi gülümseteceğini sandığım bir şey söylemek isterdim; ama kesin bir yanıt veremeye çalışacağım. İnsanlar komik yaratıklardır, değil mi? Yaptıkları şeylerin hepsini anlamak kolay değildir.
Veba herkesi etkileyen bir hastalıktı. Hayatın sonuydu, son hesaplaşmaydı, son vahiydi.
Ama veremle birlikte insanlar bazı şeylerin doğru olmadığını fark ettiler. Çünkü veremin elitlerin, sanatçıların, güzellerin, kibarların hastalığı olduğunu ve insanları daha da güzelleştirdiğini, dolayısiyle modanın kadınları veremli yaratıklara dönüştürdüğünü sanıyorlardı; on dokuzuncu yüzyıl tıp doktrinleri de onlara bunu öğretmişti.
Toulouse-Lautrec’in bir tablosunda, iştahsızlık hastası gibi görünen, sapsarı benizli bir kadın yüzüne pirinç pudrası sürmektedir ki verem hastası bir insan gibi görünebilsin. Rafael öncesi ressamlar veremli modelleriyle resmen evlenmiştir. Arkadaşları Victor Hugo’ya bir yazar olarak verem olmamak gibi bir eksiği olduğunu, bu nedenle de verem olsaydı olabileceği kadar büyük bir yazar olamayacağını söylemişlerdir.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda, verem geri çekilmeye başladığında Amerikalı bir düşünür ve kültür yazarı olan Arthur C. Jacobson, Amerika’nın sanat, bilim ve kültür alanında kriz yaşayacağını, çünkü artık verem döneminde olduğu gibi dehalar olmayacağını düşünüyordu.
Çok şaşırtıcı…
Bilimin bazen bir dip akıntısı vardır; bu da hastalığın mikrop kuramının (germ theory, gelişme evrimin ilk basamağı kuramı, ç.n) dip akımlarından biridir. Germ kuramı, yoksulların damgalanmasına fiilen yardım eder. Bu kuram veremin güzel sınıfların değil, ağırlıklı olarak kirli, süfli, murdar ve çirkin sınıfların bir hastalığı olduğunda ısrar eder. Burada açıklama, yorum tamamen değişmektedir. Andre Gide’in yirminci yüz yılın başında yazdığı “Ahlaksız”a bakarsanız, olabilecek en aşağılık, kötü, iğrenç durum bizzat kendisinin verem oluşudur.
Güzel hastalık fikri sonsuza dek yok olmuştur ve verem artık asla güzel değildir.
Burada son verelim; birkaç gün önce gördüğümüz üzere, bir grup sağlık yetkilisinin Beyaz Sarayda toplanıp Başkan Trump’a övgü düzmeye karar verdiği, bu arada da ne olup bittiği hakkında konuştuğu, trajedi ve tuluat-ortaoyunu karışımı bir salgına karşı bir mücadele izliyoruz. Salgınlarla zavallıca veya trajikomik bir şekilde ilgilenen deli krallar veya çılgın yöneticiler hakkında tarihten aktarabileceğiniz eğlenceli hikayeler var mı?
Evet, çok… Tam komik midir emin değilim ama, Napolyon’un iktidarını sarsan hastalıklara, askerlerinin hayatını umursamamak şeklindeki tepkisi sanıyorum kara mizah türünden trajik ve tuhaftır. B nedenledir ki Batı Hint adalarında, yaklaşan sarı hummadan kişisel hakaret olarak söz edebilmiştir.
Bu bugün de görebileceğimiz bir şey. Belki gülünebilecek bir şeydir. Belki tarih, komedi olarak en iyi geçmişte görülmüştür. Ama Amerika’da gelecek yıl bu istisnai salgınla ilgili eğlenceli sayılabilecek neler olabileceğini hiç bilmiyorum. Beyaz Saraydaki yetkililerin, görebildiğim kadarı ile hiçbir şeyi kontrol edemezken ve bilime bile inanmayanlara sorumluluk ve görev vermişken, “Eh, alt tarafı grip; kontrol altına alacağız” dediklerini duyunca neşelenebiliriz belki!
Salgınlar ve tekbencilik, benmerkezcilik insan doğasının baş edemeyeceği, yenemeyeceği iki şey… Değil mi?
Öyle….