2011-10-23
Saim TOKAÇOĞLU
Bir “kundura” fabrikasının devletten çalınması, Türkiye’de özelleştirme adı altında “peşkeş çekme”nin ilk örneği olarak bilinir. Devletin marka olmuş, en çok kâr eden fabrikalarından biri, nasıl zarar ettirilir, nasıl yok edilir, bildik deyimle tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kurum yok pahasına özel sektöre nasıl peşkeş çekilir, ibretlik bir öyküdür bu! O kadar ibretliktir ki, bizden sonraki nesiller de öğrensin diye ders kitaplarında bile yer verilmiştir! Okuyanlar, öğrenenler ister ders alırlar, bundan sonraki büyük hırsızlıklara engel olurlar, ister aynı yöntemi kullanır, büyük hırsızlıklara ortak olurlar! Bu kundura fabrikası örneğine benzer, çok daha büyük bir hırsızlığın kokusu gelmeye başlayınca, fabrikanın hazin öyküsünü bir kez daha hatırlatmak istedim.
Kâr eden kurumu kolay kolay kimse sattırmaz adama. Padişah da olsanız, bir soran çıkar mutlaka “Usta, bu fabrika çok iyi gelir getiriyordu. Niye sattın ki? Kafayı mı yedin?” diye. Mantıklı bir yanıt verilemez bu soruya. Bir de kâr eden fabrika, çok para eder. Satın alacak para babasını da kollamak gerekir. Para sokaktan toplanmıyor ki!
Önce, fabrikanın değerini düşürmek için bir dizi operasyon yapılır. Operasyonun ilk adımı, başarılı yöneticileri görevden alarak yerlerine işbirlikçileri atamaktır. Uygun bir yönetim kadrosuyla arkası çorap söküğü gibi gelecektir kendiliğinden. Sırada, üretimde kullanılan gıcır gıcır makinelerin düzmece teknik raporlarla “hurda” belgesi düzenlenerek kiloyla ve de ihaleyle “birilerine” satılması vardır. Bu ihaleler de tahmin edeceğiniz gibi tezgâhtır. Kimin gireceği, hangi makineye ne fiyat vereceği bellidir. Gıcır gıcır makineler hurda fiyatına satın alınır ve kamyonlara yüklenir. Üretim bandında yalnızca gerçekten hurda makineler kalmıştır artık. Fabrikanın artık bırakın kâr etmesi, üretim yapabilmesi bile mümkün değildir. Sıra fabrikanın emekçilerine gelmiştir. Zararın nedeni onların aldığı üç kuruş maaşlarıymış gibi, işten çıkartmalar başlar. Son aşamada, artık dört duvar ve fabrika arazisi kalmıştır. Satışa çıkartılır yine yok pahasına. Satın alanlar tabii ki daha önce makineleri satın alanlardır. Yok pahasına satın aldıkları makineleri kamyonlardan indirmemişlerdir bile. Tapuyu aldıktan sonra, kamyonların üzerinde beklemekte olan makineler, aynı fabrika binasına, söküldükleri yere dönerler. Dekorasyon yapılır, yol yorgunluğundan başka bakıma bile ihtiyacı olmayan makineler yerlerine tekrar kurulur. Üretime başlamak için gereken “marka oluşturmak” ve sıkı bir reklam kampanyasıdır artık.
İşte böyle! Fabrikanın yeni sahipleri bu fabrikayı nasıl yoktan yarattıklarını – önce nasıl yok ettiklerini atlayarak- anlatıyor olmalılar torunlarına bugün gönül rahatlığı içinde.
Devlete ait fabrikalar aynı yöntemle “özelleştirilince”, satacak savacak bir şey kalmayınca, sıra Ziraat Bankası’na gelmiş olmalı ki, sessiz sedasız bir operasyon başlatıldı. Kaç yıldır Cumhuriyet’in tasfiyesini amaç edinenler, birer birer bütün devlet kurumlarını “ekonomik başkent” İstanbul’a taşıyorlar. Kolay değil tabii yaşı yüzyıla yaklaşmış Cumhuriyet’i tasfiye etmek. Kolay değil devleti Cumhuriyet’in ilan edildiği Ankara’dan kazıyıp atmak. Ziraat Bankası da bu kurumlardan biri. Türkiye’nin dört bir yanına yayılmış, kök salmış, bununla da yetinmemiş, diğer ülkelerde de şubeler açmış bir banka. İlk darbeyi, bankayı yıllardır başarıdan başarıya taşımış, 2009 yılında “yüzyılın kârı” başarısının altına imza atmış olan Can Akın Çağlar’ı görevden alarak vurdular. Yönetim değişikliği genel müdürle başladı. Görevden alınan Çağlar’ın yerine, Halk Bankası Genel Müdürü Hüseyin Aydın getirildi. Aydın’ın göreve başlamasıyla, köklü değişiklikler de hayata geçirilmeye başlandı. Personel cumartesi, pazar fazla mesai yapmaya zorlanıyor, angaryanın yasak olduğu demokratik Türkiye’de! Hem de fazla mesai ücreti ödenmeden! Görevden alınan Can Akın Çağlar döneminde “Ziraat Bankası’nda çalışıyorum” derken gözlerinin içi gülen insanlar, artık istemeye istemeye gidiyorlar mesaiye. Memurlar.net’in forum sayfalarında şöyle bir dolaşın, huzursuzluğun ne boyutta olduğunu göreceksiniz. Bütün yöneticiler bilir; mutsuz personel, zarar demektir.
Bekleyip görmeyelim artık. Birileri uyansın, dur desin bu gidişe. Yoksa iki yıl önce “yüzyılın kârı” rekorunu yakalayan Ziraat Bankası, “yüzyılın zararı” rekorunu kırmaya aday gözüküyor!