Son yazılarda mitoman siyasetçinin nasıl olup da utanmadan sıkılmadan arlanmadan pervasızca yalan söyleyebildiğini tartışıyorduk.
Geçen yazıda değinmiştik. Platon’a göre devleti hakikatin sırrına ermiş filozoflar yönetmelidir; bu filozof yöneticiler, devletin ve toplumun yararı gereği, düşmanlarına ya da yurttaşlarına yalan söyleyebilirler; bunun dışında yalan tanrısal ahlakın inkârıdır…
Siyasetin ve devlet yönetiminin neden yalan üzerine kurulu olduğunu sorgulayan düşünürlerden biri de Hannah Arendt’tir.
Arendt, Siyasette Yalan başlıklı makalesinde, ABD’nin Vietnam Savaşı’na ilişkin gizli bilgileri içeren 47 ciltlik Pentagon belgelerini incelerken, yalanı savaş iletişiminin ve karar sürecinin merkezine yerleştirir ve savaş iletişimini “yalan ifadelerden oluşan bataklık” olarak betimler. Arendt’e göre yalanın hedefi düşman değil, savaşı yöneten karar süreci ve iç kamuoyudur. Hakikatsizlik (yani yalan-RY) hükümet düzeyinde kararlılıkla benimsenmiştir ve asker/sivil her kademede göz yumulmaktadır. “Yalanlar –‘arama ve imha’ harekâtlarının düzmece ceset sayıları, hava kuvvetlerinin gerçekleri çarpıtan hasar tespit raporları, kendi yazdıkları raporlar üzerinden performanslarının değerlendirileceğini bilen astların savaş alanından Washington’a ilettiği ‘ilerleme raporları’- insanı kolaylıkla olayın tarihsel arka planını unutmaya yöneltebilir.” (Ne kadar tanıdık değil mi? Küçük Amerika’nın savaşlarında böyle yalanlara ihtiyaç duyulmadığı söylenebilir mi?)
Arendt’e göre savaştaki kandırma süreci, modern yalanın totaliter olmayan bir versiyonudur; ABD’nin iç ve dış siyasetinin altyapısını oluşturur. Çünkü doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdem sayılmamış, yalan ise siyasette her zaman kullanılabilir araç olarak görülmüştür. Gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, insan günahkârlığının tesadüfi sonucu olarak siyasete sızmış değildir; yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur.
Yine Arendt’e göre, ahlaki öfke ve tepki yalanı yok edemez. Çünkü, “Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır. Yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu bilmenin sağladığı büyük avantaja sahiptir. Yalancı, toplumun tüketimine sunacağı hikâyesini hazırlarken, hikâyesinin inandırıcı olmasına dikkat etmez. Oysa gerçekliğin bizi hiç ummadığımız şeylerle karşılaştırmak gibi rahatsız edici bir alışkanlığı vardır ve biz her seferinde buna hazırlıksız yakalanırız.”
Yani Arendt demeye getiriyor ki, dost acı söyler, gerçekler acıdır, insanlar özel hayatta ve siyasette yalan şeyler duymaktan hoşlanırlar ve yeri geldikçe yalan söylerler.
Arendt’in söylediği gibi hakikat böyle rahatsız edici ve yalan böyle çekici olsa da, siyasetçi izler kitlenin duymak istediğini söylese de insan yine de kabullenemiyor utanmadan arlanmadan pervasızca yalan söylenmesini.
***
Peki siyasetçi pervasızca yalan söyleme gücünü başka nereden alıyor? Bu sorunun yanıtı olarak Arendt, insanın hayatta kalma içgüdüsüne dikkat çekiyor: “Hayatta kalmanız, önünüze sunulana güveniyormuş gibi yapmanıza bağlı ise, size sunulan şeyin hakikat mi yalan mı olduğunun bir önemi kalmaz.”
Yani Arendt demeye getiriyor ki, izler kitle ile siyasetçi arasında hayati çıkar ilişkisi varsa, anlatılan hikâyenin hakikat mi yalan mı olduğunun yalana maruz kalan kitle için önemi yoktur… “Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım desek, seçmenimiz inanır” itirafını duysaydı Arendt, kim bilir makalesinde başka ne gibi değerlendirmelere yer verirdi?
Bu noktada Hannah Arendt, yalan siyasetinin bir aşamada izler kitleden sonra kendini de kandırmaya dönüştüğünü vurgular ve ekler: “Siyaset alanında kendini kandırma en önemli tehlikedir. Çünkü kendini kandıran kandırıcı, sadece onu izleyenlerle değil, gerçek dünyayla da tüm irtibatını kaybeder.”
Arendt’in gerçek dünya ile tüm bağını koparma ifadesi ister istemez mitoman siyasetçinin yalanlarını akla getiriyor. Kendisinden önce yapılmış eserleri sahiplenmenin ve özel yaşamıyla ilgili yalanlarının ötesinde kendisini dünya lideri sanmanın gerçeklikten tümüyle kopma dışında bir açıklaması olmasa gerek. Kendisini böyle sanmasında havarilerinin katkısı da yok değil. Öyle ki, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” bile dediler. Bu gibi iltifatlar övgüler yüceltmeler, beşeri sermaye yoksulu narsistik egosunu kim bilir nasıl da okşamaktadır. Zaten malum, şeyh uçmaz müritleri uçurur. Tabii müritler şeyhlerini uçururken kendileri de uçmakta ve gerçeklikten tümüyle kopmaktadırlar. Daha doğrusu şeyh de müritler de kendi üretimleri sahte bir gerçeklik âleminde yaşamaktadırlar. Gustave Le Bon’un diliyle söylemek gerekirse; kitle, “yanlış bilinç” ile büyülenmiş bir “yığın”dan ibarettir. Hatta kitle, aşağı ve bayağı bir toplamdır; bilincin (muhakeme ve yargılamanın) ortadan kalktığı bir âlemde yaşamaktadır. Lider kolayca etkilenebilen “itaate susamış” bu yığını yöneten, kendi çıkarının etrafında toplayan kişidir. Lider, sözleriyle, anlattıklarıyla, mimikleriyle, yürüyüşüyle, duruşuyla, bakışıyla kitleyi etkiler, yönlendirir…
Bu anda başlıktaki soruyu yineleyelim:
Siyasetçi neden yalan söyler?
Yanıt: Yandaşlarını kandırmak için. Hakikatle bağını kopardıktan sonra kendisini de kandırır.
***
Her şeye karşın Arendt, yalancı muktedirin gücünün mutlak olmadığını, izler kitleyi ve kendini kandırmanın sonsuza kadar sürmeyeceğini, nihayetinde gerçek dünyaya yakalanacağını söyler. Yani önünde sonunda yalancı gerçekliğe yenilecektir. Çünkü “gerçekliğin ikamesi yoktur” ve “Belli bir yerden sonra yalanın kendine zarar vermeye başladığı bir noktaya varılır. Yalanların muhatabı olan seyirci kitlesi hayatta kalmak için hakikat ile yalanı birbirinden ayıran çizgiyi tamamen hiçe saymak zorunda bırakıldığında işte bu noktaya gelinir.”
Türkiye’de ekonomik buhranın en ağır mağduru (aynı zamanda yalana en çok maruz kalan) izler kitle, hakikat ile yalanı birbirinden ayıran çizgiyi tamamen hiçe saymak çaresizliğine düşmüş müdür, emin değilim. İzler kitle bu çaresizliğe düşsün düşmesin, yalan siyasetinin iflasında Arendt’in umudu asıl olarak, bilgiye erişme özgürlüğü ve bu özgürlük için boyun eğmeden mücadele edecek insanların varlığıdır. Arendt, hakikatin güvenilir tanıklara ihtiyaç duyduğunu vurgular; yani bilgiye erişme hakkını ve basın özgürlüğünü.
Arendt’in bu çıkarımı sınıflar mücadelesini tüm yalınlığıyla içermese de saygıya değerdir. Bilgiye erişme hakkını, düşünce ifade ve basın özgürlüğünü boyun eğmeden savunan basın emekçilerine selam olsun.