Kaç haftadır çeşitli tarihsel kişiler üzerinden vatana ihanet tartışması yapılıyor ya.
Tam 40 yıl önce vatana ihanetle suçlanmıştık. Hatta, vatan haini bile sayılmamıştık.
Devir 12 Eylül faşizmi devriydi. Solcu yani sosyalist oldukları gerekçesiyle TSK’den atılan subay astsubay askeri öğrenci sayısı binleri geçmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kalpleri solda atan genç askerleri olarak, THKP/C Üçüncü Yol davasında yargılanıyorduk. İşkence ile sorgulamışlar, işkence altında yargılıyorlardı. Metris Cezaevi’nde tektip cezaevi üniformasını ilk (bunlar asker, tektip elbiseye karşı çıkmazlar sanısıyla) bizlere giydirmeye çalışmışlardı. Zorla giydirdikleri cezaevi üniformasını mahkeme salonunda yırtıp atmıştık.
Bugün olduğu gibi yine her şeye, kimin suçlu veya masum olup olmayacağına bile tek kişi karar veriyordu. Devrin tek adamı bizleri kaç kere “onlara vatan haini demeyi bile az bulurum” diyerek defalarca karalamıştı. Dahası, faşist darbeyi haklı göstermek için basında “biz gelmeseydik, küçük rütbeli subaylar gelecekti” içerikli haber ve yorumlara yer veriliyordu.
Kenan Evren’in karalaması yanıtsız kalmamalıydı, kalmadı. Sıkıyönetim mahkemesindeki davada naçizane kitap hacmiyle 350 sayfalık savunma ile karşılık verdim. Aradan 30 yıl geçtikten sonra Kenan Evren’in sanık olduğu davada müdahil olarak, avukatlarım Ömer Kavili, Kazım Genç ve Ali Arif Cangı aracılığıyla Kenan Evren’e 13 soru yönelttim, ama yanıt vermedi
Aşağıda okuyacağınız yazı, 40 yıl önceki davada savunmamın ilgili bölümüdür.
Okuyacakların sabrına saygıyla.
***
VATANA İHANET Mİ?
Binlerce genç subay, astsubay ve askeri öğrencinin silahlı kuvvetler dışına atılması ve işkenceye tabi tutulmasıyla, tarihin sayfaları arasında, herkesin kendisini ilgilendirdiği kadarıyla bir şeyler yazması gereken bir parantez (belki de bir dipnot) açılmıştır sanıyorum. Bu bölüme özellikle bugün kendilerini savunma olanağından yoksun bırakılanlar mutlaka bir şeyler yazmalıdırlar. Meğer ki, Devlet Başkanı Kenan Evren hepsinden önce davranmış olsun. 4 Ekim 1983 tarihli gazetelerin yazdıklarına göre, Devlet Başkanı Evren, Harp Okulu’nda şöyle söylemiş:
“Her millette olduğu gibi bizde de hainler çıkmıştır. Fakat, eğer bu hainler silahlı kuvvetler içinden ve hele Harbiye’nin içinden çıkarsa, ben onlara hain lafını bile az bulurum. Bunu niçin söyledim? 12 Eylül’den evvel askeri okullarımızın ve özellikle Harp Okulu’nun içine sızan hain güçler, maalesef sizin geçmişteki arkadaşlarınızdan bazılarını yanlış yola saptırmışlar, sapık ideolojilerinin peşinden sürüklemişler ve silahlı kuvvetler içerisinde anarşistlerle el ele işbirliği yapan insanlar çıkmıştır. Bunlar cezalarını görmüşlerdir. Evvela Silahlı Kuvvetler’den atılmışlardır. Ondan sonra da adaletin pençesine teslim edilmişlerdir. Cezalarını göreceklerdir. Ama ben onlara, demin söylediğim gibi ‘hain’dir lafını bile az buluyorum. Bundan sonra da sizlerin arasına sızmak isteyenler bulunacaktır. Bu millet her şeyi affeder; ama, varını yoğunu sarf ettiği silahlı kuvvetlerinin kendisinin istemediği bir istikamette kendisine karşı cephe almasını affedemez.”
Yine Devlet Başkanı Evren, gazetelerin yazdığına göre, 31 Temmuz 1984’te, Bursa’da sanayici ve işadamlarıyla basına kapalı olarak yapılan toplantıya girmeden önce şunları söylemiştir:
“Yabancı basında, Türkiye’de silahlı kuvvetler arasında bazı olaylar vardır, bazı tutuklamalar vardır, bazı subaylar tutuklanıyor gibi haberler yer almaktadır. Bunların aslı astarı yoktur. 12 Eylül’den önce terör odakları silahlı kuvvetlerin içine sızmışlar ve silahlı kuvvetler içindeki bazı gençlerimizi kendi taraflarına çekmek suretiyle örgütlerine sokmuşlar ve onlar da bu örgütler içinde faaliyet göstermişlerdir. Şimdi bunlar meydana çıkmaktadır. Silahlı kuvvetler kendi içine sızmış bu gibi unsurları içinden temizlemektedir. 1980’den önce bu gibi olaylara karışmış olanlar tespit edildikçe önce silahlı kuvvetlerin içinden çıkartılmakta, daha sonra da mahkemeye verilmektedir. İşte 1980’den önce bu gibi olaylara karışmış olanlar temizlenmektedir. Böyle aslı astarı olmayan haberlere inanmayın. Çünkü, silahlı kuvvetler, bu gibi işlerin içine karıştırılamaz. Diğer kuruluşlarımız da silahlı kuvvetlerimizin gösterdiği bu hassasiyeti gösterseler, kendi içlerine sızmış bu gibi unsurları temizleseler, 12 Eylül öncesine dönülmez. Ama şimdi bunları da içine alacak bir genel af çıksın diye bazı çatlak sesler duymaktayız. Affedilecek insan var, affedilmeyecek insan var, bunları ayırt etmek lazım” (Cumhuriyet, 1 Ağustos 1984.)
İddianamenin 31, 32, 33’üncü sayfalarındaki iddialarla aynı paraleldeki bu gibi demeçlerin verildiği tarihlerde, “evvela silahlı kuvvetlerden atılıp sonra da adaletin pençesine teslim edilmiş” sanıkları olan başka bir dava yoktu ve Ergun Göze jurnalistinin kalemine de pelesenk olan bu propaganda, silahlı kuvvetlerden koparılan binlerce subay, astsubay ve askeri öğrenciyi, en başta da bu davanın sanıklarını hedef alıyordu.
Görülmekte olan bir dava ya da adli makamlara intikal etmiş bir konu hakkında hiçbir kişi, kurum ya da makamın mahkemeleri etkilemeye yönelik tavsiye ve telkinde bulunamayacağı hususu, gerek cebren ilgaya teşebbüs etmekle suçlandığım (fakat 12 Eylül 1980’de tarafımdan ilga edilmeyen) 1961 tarihli Anayasa’nın (madde 132) ve gerekse 1982 tarihli Anayasa’nın (madde 138) amir hükmüdür.
Her iki anayasanın 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olduğu yazılıdır.
Uyruklarının her türlü hak ve özgürlüklerini (özellikle iktidar sahiplerinden gelebilecek) müdahale ve tecavüzlere karşı koruyan ve yargı güvencesine alan; devleti yönetenlerin iktidarlarını yasalara uygun olarak kullanmalarını sağlayan devlet hukuk devletidir. 1982 Anayasası’nda süs olarak yer almış ve muğlaklaştırılmış olsa bile, her iki anayasada da, hukuk devleti ilkesine ilişkin olarak, hiç kimse veya organın, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı; kanunların anayasaya aykırı olamayacağı, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağı; devletin görevinin temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmak olduğu; kanun önünde herkese eşit davranılacağı, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı ilkelerine yer verilerek, devlet temel hak ve özgürlükleri korumak ve gerçekleştirmekle yükümlü kılınmış ve yargı güvencesine değinilmiştir.
Devlet Başkanı Evren, kendisinin başında bulunduğu harekâtın getirdiği anayasaya göre “cumhurbaşkanı sıfatıyla, anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye bağlı kalacağına, adalet anlayışı içerisinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağına, millet ve tarih huzurunda namusu ve şerefi üzerine and içmiştir”. (Madde:103)
Bu durumda, üstelik yargılandıkları bir sırada mahkemeleri etkilemeye yönelik bir üslupla bir kısım insanların peşinen suçlu ilan edilmelerinin hukuk devleti ilkesinin kesin bir çiğnenmesi olduğu, yalnızca YÖK üniversitelerinin fahrî hukuk profesörü Devlet Başkanı Evren’in değil, herkesin bildiği bir gerçektir. Sonra, bu davanın sanıklarını hedef alan suçlayıcı beyanlarda bulunması, anayasanın yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü ilkelerini çiğneme konusunda, Devlet Başkanı’nın kendisini imtiyazlı bir mevkie koymasının ne ilk ne de son örneğidir. 5 Kasım 1983 tarihli gazetelerin yazdıklarına göre, Devlet Başkanı Evren, bir gün önce şöyle konuşmuştur:
“Hâkimlerimiz de katı hukuk kuralları arasında sıkışıp kalmamalı, her şeyden evvel toplumun yararı, toplumun huzuru, milletin var olması göz önünde bulundurulmalıdır. Bugün yakalanan anarşist ve teröristlerden birçoklarının 12 Eylül’den evvel ve sonra salıverilmiş veya kısa süreli hapis cezalarını tamamlamış olanlar arasından çıktıklarını belirtmekte fayda görüyorum.”
1877’de parlamento tatil edilip (kapatmak değil) kişisel diktatorya kurulurken, anayasanın 113’üncü maddesinin verdiği yetkiden hareket ediliyordu. Magna Karta Libertumu’ndan 750 yıl sonra, “kararname” ve “sıkıyönetim tebligatı”nın fermanların yerini aldığı, bu yolla mahkeme kararı olmaksızın sendikaların mallarının müsaadere edildiği, siyasi partilerin kapatıldığı, bir kısım insanların sürgüne gönderilerek siyasi haklarını kullanmaktan alıkonuldukları Türkiye’de Devlet Başkanı, suç ve suçluyu mahkemelerin tayin etmesi gerekirken, suç ve suçluyu, hak ve özgürlükleri tayin eden kişisel tutum ve sözleriyle hukuk devleti ilkesini çiğneme ve (üstelik bizzat kefil olduğu ve defalarca ‘deldirtmem’ diyerek savunduğu) anayasaya uymama konusunda kendisini imtiyazlı mevkie koymaktadır. Yasal düzeni ihlal suçlamasıyla çile çekmek “imtiyazı” ise işçilerin, gençlerin, aydınların, yoksul halkındır.
Asıl üzerinde durmak istediğim konu ise, her türlü haksızlığa, işkenceye uğrayan genç askerlerin bir kalemde vatan haini ilan edilmeleridir.
Başkalarını vatan haini ilan etmek bu kadar kolay mıdır?
Şimdiye kadar, “evvela silahlı kuvvetlerden çıkarılıp sonra da adaletin pençesine teslim edilen vatan haini teröristlerden” kaçı bu suçtan hüküm giydi ya da herhangi bir biçimde mahkemece cezalandırıldı?
Yine bu dava vesilesiyle suçlanan ve haklarında kamu davası açılan 123 “vatan haini” sanıktan 110’u, Esas Hakkındaki Mütala’da beraatleri istenmekle, “ihanet”lerinden ötürü ödüllendirilmiş mi olmaktadır?
Bu genç askerler ne yaptılar da kendilerine “hain” denilmesi bile az geldi?
1978 dönemi mezunlarından J.Ütğm. Ahmet ŞENER, 1983 yılında Cizre’de hudut bölük komutanı iken, sınırda çıkan silahlı çatışmada kurşunlara hedef oldu. Bu olay bardağı taşıran son damla idi ve saldırganları takip tenkil amacıyla Irak sınırından 30 kilometre kadar içerilere uzanan bir harekât düzenlendi. Ütğm. Ahmet Şener, hastahanede yattığı süre içinde, en yüksek makamların ve komutanların yakın ilgisine, çiçek ve geçmiş olsun dileklerine mazhar oldu. Sonra, hastahaneden “vatan haini” olarak taburcu edilip sorgulandı.
P.Ütğm. Hasan GİZER, İstanbul’da 1980 1 Mayıs’ında sıkıyönetim görevlisi olarak devriye hizmeti yaptığı sırada otomatik silahlarla tarandı. Hedefini bulan kurşunlar çelik başlığa ve teçhizatın metal aksamına takılıp kalmasa, Ütğm. GİZER, (Tanrı korusun) “vatan haini” olmaya belki de fırsat bulamayacaktı.
J. Ütğm. Rahmi YILDIRIM, talihi yaver gidip, anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs etmek suçlamasıyla yargılanmaya ve “vatan haini” ilan edilmeye fırsat bulabilen şanslı bir subaydır. Urfa Suruç’ta hudut bölük komutanlığı yaptığı sırada, hududu geçmeye çalışan kaçakçılarla çıkan silahlı çatışmada, kurşunlar, sol kulağında si bemol – do diez notalarını anımsatmakla yetinmişlerdi.
J. Ütğm. Fahrettin ÇOBAN ise o kadar talihli değildi. Bursa Emniyet Müdürlüğü’ndeki sorgulamalarda, okuldaki lakabı bir anda kod isme dönüşen, “vatan haini-azılı örgüt militanı” Ütğm. Çoban hakkında ısrarla itiraflarda bulunulması isteniyordu. Hudut bölük komutanı Ütğm. Fahrettin ÇOBAN, arazi etüdü sırasında serseri bir mayına basıp öldüğü için “vatan haini” olmaya fırsat bulamadan şehit olmuştu.
“Hem zeki hem genç” olarak nitelenen bütün bu genç askerler ne yaptılar da kendilerine “vatan haini” denilmesi bile az geldi?
Örneğin, kitap mı okudular? Okusunlar, ne çıkar bundan? Bir taraftan “Sadece kuru (yalın) bir asker olarak yetişmemeniz için, ilim ve irfan sahibi olmanız için gerekli her türlü teknik ve bilimsel bilgiler size verilmektedir” (Kenan Evren, 30 Eylül 1980, Kara Harp Okulu) denilir ve bu amaçla öğrenim süresi dört yıla çıkarılırken, öte yandan insanlığın yüz binlerce yıllık bilgi birikimini taşıyan kitapların okunması niçin suç sayılsın?
Ne yaptı bu genç insanlar? Ülkenin içinde bulunduğu durumdan, gayri milli bir düzenin sürüp gitmesinden üzüntü duyup kurtuluş çareleri üzerinde kafa mı yormuşlar? Ne zararı var bunun? Ülkenin işçileri köylüleri, bilim adamları, hukukçuları, sanatçıları katledilirken, bu kan gölünün kabarmasını, anayasa dışı bir girişimi meşrulaştıracak gerekçe diye algılayıp, gizli sadistik bir zevkle seyretmek yerine, halkına ve ulusuna karşı sorumluluğun ve yurtseverliğin gereği olarak, halkının ezilmesine ve sömürülmesine karşı çıkma isteği duymaktan daha insanî ne olabilir?
Ne yaptı bu genç askerler? Sosyalist mi olmuşlardı? Nesnel gerçeklik bunu göstermese de, bu insanlar sosyalist olabilseler kötü mü olurdu? Bu ülke sosyalistlerden sosyalizmden ne zarar görmüştür? 150 yıldır uygulanagelen her mahallede bir milyoner yaratma politikalarının emek sahiplerine kader diye sunduğu işsizlik, yoksulluk, kültürsüzlük ve baskıyı, açgözlü para babalarının ülkeyi içine sürükledikleri (faturası halka çıkarılıp hesabı bizden sorulan) bunalımları görüyor ve yaşıyoruz. Emperyalizme dönüşmesinden bu yana kapitalizmin kalkındırdığı bir tek ülke yoktur. Ama sosyalizmin başarıya ulaştığı yerlerde, daha dün asyaî gerilik içerisinde uyuklayan üretim güçlerinin nasıl canlandırıldığı, ülkedeki zenginliklerin asalak bir sınıf tarafından talan ve israf edilmesinin önüne geçilerek bütün halk sınıflarının ortak refahı için nasıl seferber edildiği bilimsel bir gerçektir ve baskıyı ortadan kaldırma amacındaki bir Türkiye’nin milli demokratik düzen ve sosyalizm deneyiminden kazanacağı çok şey vardır.
Bu genç askerler ne yaptılar da kendilerine vatan haini denilmesi de az geldi? Nedir vatana ihanetin, yurtseverliğin ölçüsü?
Örneğin, yurtseverlik, kendisine herkeste olmayan üstün meziyetler atfedip, vatanı yalnızca kendisinin kurtaracağı kuruntusuna mı kapılmaktır?
Ya da, yurtseverlik, engin kültürleri (!), üstün muhakeme yetenekleri (!), tartışma götürmez hitabet kudretleri (!), meselelere olan vukufiyetleri (!), ali kıran başkesen kararlılıklarıyla meydanları zapteden, halkın gözyaşlarıyla ıslanan apoletlerin kapladığı omuzlardaki tarihsel suç misyonunun ağırlığı altında ezilen azgelişmiş ülke diktatörlerini taklit etmek midir?
Nedir yurtseverlik? Kimseden yardım alınmadan emperyalist işgalden kurtarılan vatan topraklarını, hem de o yurda bağımsızlık getiren anlaşmayı imzalamamış bir devlete üs olarak vermek, böylece ülkesini termonükleer bir kıyametin atomla yakılacak ilk hedefi durumuna getirmek midir? Meclis’e bile danışmadan, halk çocuklarını, binlerce kilometre uzaklıkta, emperyalist jandarmanın uluslararası siyasi hesapları uğruna kırdırmak, ölüme göndermek midir?
Yurtseverlik, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini gasp ederek, anayasayı ilga edip, bir de bunun hesabını gençlerden sormak, yarım milyon insanı bilfiil işkenceden geçirdikten sonra “işkence resmi politikamız değildir” şeklinde siyasi hokkabazlık yapmak mıdır?
İşbirlikçi burjuva diktasını ve emperyalist talanı daha sağlam olarak tahta oturtan, artık emeğiyle de geçinemez hale gelen halk sınıflarını ekonomik, siyasal, kültürel yönden kıskıvrak bağlayarak büsbütün kötürüm bırakan yasal ve yasa dışı tek yanlı düzenlemeler yapmak mıdır yurtseverlik? Bu yasal düzenlemeleri halka onaylattırıp, tek yanlı bir koşullandırma ve şantaj ile bestelenen “ezici halk çoğunluğu” şarkısı eşliğinde politika bataklığında göbek atmak mıdır; kader birliği edilen gayri milli sınıfların çıkarlarını korumak için azgelişmiş ülke diktatörlerini taklit ederek, politika çamurunda kulaç atmayı, tepe tepe kullanılan astlara “demokrasiyi kurtarma manevrası ve katlanılması gereken zorunlu bir fedakârlık” olarak göstermek midir?
ABD Savunma Bakanı Robert Mc. Namara, 1967 yılında Kongre’de yaptığı konuşmada, azgelişmiş ülkeler askeri personelinin eğitimine ilişkin olarak şöyle söylemiş:
“Askeri dış yardım yatırımlarımızdan aldığımız en büyük karşılık, ABD ve denizaşırı ülkelerdeki eğitim merkezleri ve askeri okullarımızda yetiştirilen seçme askerler ve uzmanlardan gelmektedir. Bu öğrenciler, kendi ülkeleri tarafından, ülkelerine döndüklerinde eğitmen olmak üzere seçilmişlerdir. Bunlar ülkenin gelecekteki liderleri, iş yapmasını bilen ve bunu liderlik ettikleri kuvvetlere öğretebilecek kişilerdir. Liderlik mevkiinde, Amerikalıların hareket tarzlarını ve nasıl düşündüklerini yakından bilen kişilerin olmasının değeri üzerinde fazla durmama gerek yoktur. Böyle insanlarla arkadaşlık kurmamızın değeri ölçülemez.” (Aktaran H. Magdoff, Emperyalizm Çağı başlıklı makalesi, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı adlı kitap içinde, Bilgi Yayınevi.)
Buna göre, Amerikan Savunma Bakanı’nın sözünü ettiği, ülkesinin gelecekteki liderleri olarak seçilen, bu düşünceyle askeri eğitim yardımları çerçevesinde Amerikan ideolojisiyle beyni yıkanıp indoktrine edilen, Pentagon generallerince sırtı sıvazlanan isimsiz şöhret düşkünleri mi yurtsever sayılacaktır? Kimdir yurtsever, kimdir vatan haini?
Bu genç askerlerden birisi, memuriyetten aldığı cüzi maaş belliyken, uluslararası rüşvet skandallarında başrolü oynayarak, dünyanın en zengin 10 subayı listesine adını yazdırsaydı, eşi adına büyük şirketlerin ortaklık paylarına sahip olsaydı, yine vatan haini ilan edilecek miydi?
Vatana ihaneti mümkün kılacak şekilde gayri milli düzenin pisliklerine bulaşmamış bu insanların ne amaçla vatan haini ilan edildiklerini ben biliyorum. Bir gün lütfedip söz ederse tarih de yazacaktır. Ben, tarih önünde ve halk huzurunda, vatan haini olmadığımı kanıtlama telaşı içinde değilim. Eserleri bütün dünya dillerinde okunan bir yazarımızın, sıkıyönetim mahkemesinde söylediği sözlerle diyorum ki, “Devlet Başkanı’ndan basit bir ere kadar, hiç kimse kendisini benden daha yurtsever, daha vatansever sayamaz.” (Aziz Nesin’den aktaran Yankı dergisi, 24 Ocak 1983, Sayı: 617.)
Binlerce genç ordu mensubunun zulme ve haksızlığa maruz bırakılması, toplum çapında gençliği hedef alan düşmanca tavrın yansımasıydı. Çünkü, bilinir ki, gençliğe sahip olan yarınlara da sahip olur. İçinde bulundukları bunalım ağırlaştıkça, toplumun egemen sınıfları, kendi esenlikleri için, kendilerinin olmayan gençliği hedef gösterip, gençliğe karşı tenkil ve yok etme harekâtına girişirler; böylece, bunalımın hafifletilmesinin gereği olan gizli-açık zorbalığa meşruluk kazandırılmasına ve toplumun bu en duyarlı-devingen tabakası ile ezilen sınıfların bağlarının koparılmasına çalışırlar.
Silahlı kuvvetlerin tırpanlanan genç kuşağı, kimi “ağabeyleri-büyükleri” gibi iş ortaklıkları kurarak, gayri milli düzenin egemen sınıflarıyla bütünleşmedi, ziyafet sofralarında sarmaş dolaş olmadı. Bu gençler, “emeklilikleri”nden sonra, holding yönetim kurullarında (Turgut Sunalp’in deyişiyle) asalak maaşa talim etmediler. Genç kuşak, 1960’ta can çekiştikten sonra 1971’de son nefesini veren ilericilik geleneğinin ve silahlı kuvvetlerin kaynağındaki ulusal kurtuluş ruhunun mirasçısı; ilericilik geleneğini tarihi sürecin deneyimleri ışığında işçi sınıfına yönelen bir anlayışla yeniden canlandırabilecek, yurtseverliklerinin ve insanseverliklerinin doğal sonucu olarak dolaylı saldırı doktrinini uygulama aracı olma işlevini elinin tersiyle itebilecek; adına “yardım” denilen el davulunu sahibinin kafasına geçirerek, NATO’dan değil yalnızca halkından ve ulusundan emir alma yolunu açabilecek müstakbel tehlike olarak görüldüğü için tasfiye edildi. Tarih önünde, bu tasfiyeyi haksız buluyorum ve haklı olarak tasfiye edilmediğim için de sevinç duyuyorum.