Cumhuriyet Halk Partisi’nin görünürde 100 yılı aşan tarihinde aslında iki dönem var.
Daha doğrusu, yüz yıl içinde biri diğerinden 12 yıl sonra kurulmuş iki Cumhuriyet Halk Partisi var!
Birincisi, 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası adıyla kurulup sonradan CHP adını alan ve 12 Eylül darbesiyle önce faaliyetleri durdurulup ardından tamamen kapatılan “cumhuriyeti kuran parti” .
İkincisi, 1992’de TBMM’nin 12 eylülde kapatılan partilerin açılması kararıyla yeniden kurulan “yeni CHP”!
Bu iki siyasal oluşum, her ne kadar tabanları ve seçmenlerinin aynı olduğu söylense de, izledikleri politikalar, ideolojileri, siyasal inanç ve gelenekleri, ülke sorunlarına yaklaşımları açısından “ayrı” partiler olmuştur.
“Eski CHP”nin devamı olma niteliğini, 1985-1995 arası faaliyet gösteren Sosyal Demokrat Halkçı Parti SHP, izlediği politikalarla çok daha fazla hak etmektedir.
SHP’de genel sekreterken tıpkı son genel başkanı Bülent Ecevit olan eski CHP’de yaptığı gibi kendi liderliğinde bir hizip oluşturan Deniz Baykal, Erdal İnönü’ye karşı üç kez aday olup kaybettikten sonra, çıkan yasadan yararlanarak yeni CHP’nin başına geçmiştir.
Kendisi, bir türlü ele geçiremediği, o günlerde iktidar ortağı olan ve İstanbul, Ankara, İzmir gibi birçok Büyükşehir belediyesini elinde bulunduran SHP’ye karşı rövanş alırcasına davranmaya başlamıştır.
Örneğin, 1994 yerel seçimlerinde, önde görünen SHP adaylarına karşı aday göstererek, Ankara ve İstanbul’da Refah Partisinin aradan sıyrılmasını sağlamıştır. Üstelik, Bülent Ecevit’in DSP’nin oylarına rağmen önde görünen SHP’ye büyük darbe indirmiştir.
Böylece İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da Melih Gökçek Büyükşehir belediye başkanlıklarına seçilmiştir.
Daha sonra Erdal Inönü’nün genel başkanlığından ayrıldığı SHP ile yeni CHP çatısı altında birleşmeyi başaran Baykal, 1999 seçiminde barajın altında kalarak Meclise girememiştir.
Baykal CHP’sinin 2002 genel seçimlerinde önceki iktidar ortağı tüm partilerin baraj altında kalması sonucu AKP ile Meclise giren iki partiden biri oluşunu ve takip eden süreci hatırlıyoruz.
Baykal’ın ve genel merkez yönetimini bizzat belirlediği partisini izlediği politikaların hiç biri, 1980 öncesi CHP’nin, sendikalar, sivil toplum örgütleri, meslek ve kitle örgütleriyle işbirliği yaparak yürüttüğü görece sol politikalarına yaklaşamayacaktır.
Hatta, kimi zaman “sağı sağda görünerek yenme” hayallerine kapılıp, önceki CHP’nin ideolojisinden ve cumhuriyetçilik kaynaklı doğal yönelimlerinden iyice uzaklaşacaklardır.
Baykal, 2002’den sonra genel başkan olarak bir seçim daha görecek ve bir kaset skandalıyla koltuğundan ayrılmak zorunda kalacaktır.
Baykal’ın yerinden olmasıyla kendine yakın olan isimlerin aday gösterdiği Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkan olacaktır.
İşte bu noktada, giderek eskinin siyasal geleneklerini bir nebze hatırlayanların da bünyesinden uzaklaştığı CHP, artık daha sağ bir parti haline gelmiştir…
Çünkü, genel başkanları Kemal Kılıçdaroğlu, 12 Eylül döneminde üst düzey bürokratlığa yükselmiş, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde kendisiyle konutta sabahlayacak kadar yakın çalışmış “sağ kökenli” bir politikacıdır.
Kılıçdaroğlu, genel başkan seçildikten sonra da, tamamen sağcı bir iktidarın bulunduğu bir ülkede, “artık sağ sol kalmadı” tespitini yaparak sol kavramına uzaklığını göstermiştir.
Kılıçdaroğlu, Ekmeleddin vakasından Mecliste AKP ile işbirliği yaparak milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına olanak sağlayan anayasa değişikliğine kadar pek çok konuda aynı tavrı göstermiştir.
Hatta, seçmenlere, cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu için “tıpış tıpış gidip oy vereceksiniz” diyebilecek kadar tatsız tavırlar sergileyebilmiştir.
İki yıl önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 48 oy alıp seçilememesi de, CHP genel başkanı olarak kendi sorumluluğundadır.
Çünkü ileriyi görebilen bir siyasetçi, sandık güvenliğini nasıl sağlayacaklarından öte, kimlerle işbirliği yapacağını, kimlerin kendisini satabileceğini ya da zarar verebileceğini öngörmek durumundadır.
Kendisi, belki de tarihimizin en öngörüden yoksun siyasi lideri olmuştur.
Cumhurbaşkanı yardımcılıkları için beş ittifak partisinin genel başkanları ve en büyük iki Büyükşehir belediye başkanının görevlendirileceğini açıklaması, öngörüsüzlükten öte amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan yaklaşımı nedeniyle aslında bir skandaldır.
AKP’den ayrılan bir dönemin iktidar sorumlularının partilerine CHP oylarının verildiği milletvekillikleri hediye etmesi, ittifak içinde bile olmayan bir partiye herkesten habersiz bakanlıklar vadetmesi, etik ilke tanımayan bir fırsatçılık örneğidir.
Şimdi, son günlerde CHP içinde ve kamuoyunda bir kez daha Kılıçdaroğlu konuşuluyor.
Kendisinin genel başkanlığı kaybettiği Kurultayda delegelerden para karşılığı oy toplandığı ve usulsüzlükler yapıldığı iddiasıyla soruşturma açılması ortalığı karıştırdı.
Bu iddialara karşı, aslında delegasyonunu bizzat belirlediği ve sandık güvenliğinden yüzde yüz sorumlu olduğu Kurultayla ilgili, “genel başkan açıklama yapmalıdır” şeklindeki, “böyle olmuş olabilir” anlamına çekilebilecek imalı sözleri tepki yarattı.
Zaten, açılan soruşturmada bu konuşmasının kullanılacağı da iktidar tarafından açıkça ifade ediliyor.
Kemal beyi bu tavrından dolayı savunan pek çıkmadı.
Hatta “eski genel başkanımızdır” diye saygı gösteren bir çok kişi, sosyal medya platformlarında ağızlarına geleni söylemeye başladılar.
“Hain” diyen de var, “Erdoğan’a hizmet ediyor” diyen de!
Anlaşılan var olduğunu düşündüğü saygınlık, yitirdiği partiyi geri almak için içine düştüğü fırsatçılığın kurbanı olmuştu.
İçinde yaşadığımız politik olarak zorlu günlerde, büyük sermaye-emek düzeninde, Amerika’nın eski kaba emperyalizmine dönmek için hamleler yaptığı bir dönemde, sağ-sol yoktur diyen öngörüsüz lider, başarısız siyasetçi, bu kez baltayı taşa vurmuştu anlaşılan.
“Cumhuriyeti kuran” eski CHP ile pek benzerliği kalmayan, kendisini 13 yıl taşımış yeni CHP’nin bile tahammül sınırlarını zorlayan bir noktaya gelmişti.