Konumuz Marmara Denizi’ni işgal eden ‘müsilaj’ veya diğer adıyla ‘deniz salyası’ denen çevre felaketi…
Bu kötü manzaraları fotoğraflamadım, zira medyada bol miktarda gördük. Oturduğum semt Fenerbahçe. Emekli bir yürüyüş meraklısı olarak günlük parkurumu 2 ayrı etapta gerçekleştiriyorum. Birincisi Dereağzı’ndan Fenerbahçe burnundaki parkın sonuna kadar, ikincisi Fenerbahçe Orduevi’nden Caddebostan Migros önüne kadar. Gidiş-dönüş 8-9 kilometrelik kıyıya paralel yürüyüş yolunda 2 ay önceye kadarki manzara keyif vericiydi…
Şimdi mi?
Baştan söyleyeyim, hepimizin başı sağ olsun Marmara Denizi’ni kaybettik!
Manzara berbat; deniz suyunu tahlil etmeye bile gerek yok, suyun üzerindeki pislik adacıkları her türlü denizle buluşmayı engelliyor.
Hava lodos olduğunda denizin rengi açık kahverengi, poyraz olduğunda ise yemyeşil ve bulanık. Dün hava poyraza dönünce bir arkadaş sevindi ve “salyalar Adalar’a gitti” diye memnuniyetini ifade etti.
Kendisine, “denize beline kadar gir ve ayaklarını görebiliyor musun bir bak” dedim. Arkadaş buna bile şükrettiğini söyledi…
İkinci etap olarak belirttiğim sahil bandında İstanbul Belediyesi’nin 2 adet plajı var. İkisi de yaza hazır. Duşlar, giyinme kabinleri, büfeler, şezlonglar ve şemsiyeler yerleştirilmiş, denize güvenlik şeridi çekilmiş.
Yani Belediye görevini fazlasıyla yapmış, kutlamak gerekir.
Ama ortada deniz yok!
Büyük Kulüp’ün denize uzanan bir iskelesi ve güneşlenme terası var. Orada da hummalı bir faaliyet göze çarpıyor. Denebilir ki; denize girilmese de güneşlenmek yeter, bunalınca duş alarak idare edilebilir.
Peki kokuyu ne yapacağız?
Şimdilik yok ama çevre mühendisi bir arkadaş 2 ay sonrası için müjdeyi verdi.
Bitmedi!
Hem Kalamış Marina’nın hem de Fenerbahçe Marina’nın içi dışardan daha berbat. Tekneleri denize çıkartmayı bırakınız, yerinde çalıştırmak bile riskli görünüyor. Hadi keyif için tekneyi kullanamayanları geçelim, balıkçıları da aynı risk (motorun soğutma suyuna karışma) bekliyor. Bu meslek erbabı denize açılamayacağına mı yansın, balık kalmadığına mı üzülsün o aşamaya gelmiş bulunuyorlar.
Denizin içini de televizyonlardan izledik. Yüzeyde adacıklar halinde yüzen deniz salyası, deniz dibini jel görünümünde sarmış durumdadır. Poyraz havada yüzeydeki kirlilik yer değiştirse de diptekilerin sabit kalacağı çok açık. Dolayısıyla kirlenme bir gün dursa bile şimdiye kadarki tahribat telafi edilemeyecek seviyelere ulaşmıştır.
Peki bu duruma nasıl geldik?
Denizin intiharı bu sene aniden gerçekleşmiş görünse de bizi bu duruma ilgili kurumların umursamazlığı getirdi.
Uzmanlara göre; Marmara’ya akan dereler birer atık su kanalıdır. Evsel ve kanalizasyon atıklarının derin deşarj yoluyla (sanki derine gönderince yok oluyor) veya basit arıtma yöntemleriyle denize verilmesi bu iç denizi foseptik haline getirmiştir. (Kaynak: Doç. Dr. Muharrem Balcı)
Görsel olarak yönetmeliğe uygun hazırlanmış arıtma tesislerinin görevlerini yapmadığını Dil deresi ve Kurbağalıdere üzerinden çok yazdım. En az okunan yazılarım olduğunu söyleyebilirim. Belki çevreye duyarlık konusunda fikir verebilir.
Yakında “Kanal İstanbul” gerçekleşince Tuna Nehrinin pisliği de Marmara Denizi’ne akacak. 10 ülkeden geçen bu nehrin en az 5 ülkedeki siyaha yakın rengini bizzat gördüm. Tuna nehrinin taşıdığı suyun bizim nehirlerimizin toplamından 10 kat daha kirli olduğu ve aşırı miktarda azot ve fosfor içerdiği resmi kaynaklar tarafından açıklanıyor. Bu kirlilik yükünün yüzde 50’sinin Marmara Denizi’ne de taşındığı uzman görüşüdür. Üstelik boğazdaki ters akıntının yerine, insan eliyle yapılacak bir deniz yolundan bütün pisliğin direkt Marmara’ya taşınacağı çok kolay anlaşılabilir bir durumdur.
Bitmedi!
Benzer kirlenme Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Kuzey Ege’ye de ulaşmış bulunuyor. Önümüzdeki yıllarda Çeşme, Bodrum, Marmaris gibi turist beklediğimiz kıyılar da bundan nasibini alacak, muhtemelen Yunanistan ile bir sorunumuz daha olacaktır.
Bugün medyada, deniz üstünden ve altından verilen görüntülerin, bütün sahil şeridimiz için turizmi olumsuz etkileyeceği bir varsayım değildir.
Çünkü ortada “şüyuu vukuundan beter” bir durum söz konusudur. Kirlenmenin yoğun olduğu adresi ve derecesini göremeyen bir yabancı, söylentilerden etkilenir ve risk beklemediği küresel alternatiflere yönelebilir. Zira dünyada hâlâ insan oğlunun kirletemediği denizler mevcuttur.
Yani hemen ve hiç beklemeden en sert tedbirlerin alınma zamanıdır.
Zaten geç kalındığı ortada iken, bir tarafından başladığımızı acilen dünyaya göstermemiz gerekiyor.