Döviz kuru geçişkenliği, kur değişmelerinin yurtiçi fiyat seviyesini etkileme derecesini ifade eder. Yani bir başka deyişle, döviz kurundaki artışın hangi ölçüde fiyatlara yansıdığını gösterir.
Merkez Bankaları’nın kur geçişkenliğinin varlığından söz etmeleri yetmez. Her kur artışının enflasyonu az ya da çok etkilediği bilindiğine göre eldeki araçların etkin kullanımı gerekir.
Faizi enflasyondan bağımsız ele almak; örneğin enflasyon artarken politika faizini sabit tutmak veya düşürmek kur artışını ve devamında da enflasyonu tetikler. Demek ki; döviz kuru geçişkenliği ile para politikası uygulamaları arasında etkileşim vardır. Artık tüketici de biliyor ki; kur arttıkça fiyatlar seviyesi de yükselir.
Yukarda belirttiğim Merkez Bankası’na ait sorumluluklar yerine getirilse bile yine de sonuç almada yetersiz kalınması ihtimal dahilindedir. Zira çok daha geniş bir sorumluluk alanı vardır.
Eğer bir ekonomide üretimde kullanılan girdilerin ithal oranı yüksekse kur artışının maliyet enflasyonu yaratması kaçınılmazdır. Başta ara malı olmak üzere üretimi artırmadan bu problem çözülemez. Peki mevcut durumda kurlardaki hareketliliğin son bulup istikrara kavuşma ihtimali var mıdır?
Maalesef yoktur, kurdaki oynaklık bitmeden de enflasyonun tek hanelere inme ihtimali yoktur.
Bir ABD Bankası (Wells Fargo), dünyada dış borç riskine karşı 4 savunmasız ülkenin adını verdi; Arjantin, Endonezya, Venezuela ve Türkiye…
Türkiye’nin toplam dış borç stoku 450 milyar dolar, 2020 GSYİH’si 717 milyar dolar olduğuna göre dış borcun GSYİH’ye oranı da yüzde 62,8’dir. Bu oran dünyanın en riskli görülen ülkelerinden Endonezya’da yüzde 37,16, Arjantin’de yüzde 56,13 tür.
Bunun anlamı; cari açığın finansmanı için dış borç ihtiyacı süreceğinden, kurda istikrarın zor olacağı ve sadece MB’nin gayretleri ile sorunun aşılamayacağıdır. Çok konuşulan yapısal reformların artık gerçeğe dönüşmesi gerekmektedir. Yoksa kurun kendiliğinden düşmesini veya faizle oynayarak istikrar kazanmasını beklemek de anlamlı değildir. MB’ye düşen kısmında; kur artışını engellemek üzere reel faizi yeterli seviyede tutup dışardan döviz gelmesini sağlamak ve içerde de dolar talebini azaltmak olmalıdır.
Peki son yıllarda bu senaryo gerçekleşti mi?
Eski MB Başkanı niyetlendi ama görev süresi yetmedi. Dolayısıyla netice alamadı. Son zamanlarda reel faiz ya eksiydi ya da oran yetersizdi.
Enflasyon bu kadar yüksek olmasına rağmen yine de sepet kurdaki artışın çok altında kalıyor. Elbette ürün kategorilerine ve ithal girdi oranlarına göre değişim yaşansa da ilk gerçek, tüketicinin azalan satınalma gücü sebebiyle talebin düşük seyretmesidir. Sırf bu yüzden kur artışından kaynaklanan yük, maliyetler üzerinde yoğun baskı yaratsa da toptan fiyatlara yansıtılamıyor. Bunun için de TÜFE ile Yİ-ÜFE arasındaki fark yüksek oluşuyor.
Peki nereye kadar?
En azından yıl sonuna kadar kur geçişkenliğinin daha da zayıflaması beklenemez. Kaldı ki kur artışı devam ediyor. Dolayısıyla baz etkisi ile de olsa enflasyonun düşmesini beklemek anlamlı değildir.
7 Haziran itibariyle dolar/TL kuru 8,62’dir. Bir sene önce aynı tarihte 6,78 olan dolar/TL kurunun yıllık değişimi yüzde 27’dir.
7 Haziran itibariyle Euro/ TL kuru 10,50’dir. Bir sene önce aynı tarihte 7,66 olan Euro/ TL kurunun yıllık değişimi ise yüzde 37’dir.
Bu sadece kur tarafı…
Bir de yaz aylarındaki normalleşme ile tüketimin artma ihtimali var ki; üretici fiyatlarındaki birikimin de tüketici fiyatlarına yansıması beklenebilir.
Dahası da var…
Akaryakıt üzerinden alınan Özel Tüketim Vergisi’nin (ÖTV) yüzde 54 ile yüzde 189 oranında artırılmasından fiyatı etkilenmeyecek ürün yoktur.
Kur geçişkenliği yanında, enflasyonu coşturacak bir diğer olay da budur.
İlk çeyrekteki yüzde 7 büyümeye sevinmeden önce 13 sene önceki (2007) 9.656 dolarlık kişi başı gelirden, 2021 yılına kadar devamlı irtifa kaybederek (bir sene hariç) 8.431 dolar (1. Çeyrek itibariyle) seviyesine nasıl gerilediğimize de bakmak gerekiyor. Çünkü ülkemizde yüksek çıkan büyümeyi birçok ülkeyle kıyaslarken, o ülkelerde rastlanmayacak kadar yüksek çıkan enflasyon oranımızı hiç dikkate almıyoruz. Neticede; ‘büyüme yüzde 7, enflasyon yüzde 17’ tablosu ile karşılaşıyoruz.
Yani vatandaşın azalan reel gelirini, kapanan işyerlerini, artan işsizliği, icralık dosyaları, ödenemeyen kredi borçlarını, ekonomik nedenlerden gerçekleşen boşanmaları ve intiharları biraz göz ardı ediyoruz.
Yüksek enflasyon tüketicinin ödediği ek vergidir. Eksi reel faiz ise bankaların tasarruf sahibinden tahsil ettiği görünmez vergidir. Satınalma gücünü düşüren ve geniş kesimleri fakirleştiren de bu gizli kayıplardır.
Bu kadar mı?
Krediye dayalı büyümenin kamu bankalarının sermayelerini olumsuz etkilemesi ile enflasyonun altında tutulan faiz oranlarının dövize ve altına kaçışı özendirmesi hem faizin hem de kurun yukarı yönlü hareketini sıradanlaştırmıştır. Dolayısıyla bir kere daha yapılacak düşük faiz- kredi furyası hareketi ekonomiyi onarılamaz hale sokabilir.
Sonuç olarak; maliyet enflasyonundan faiz yükünü kaldırmak üzere zamansız şekilde faizi indirmeye teşebbüs etmek kuru fırlatır, maliyet enflasyonunu daha da artırır.
Hem de sadece sözünü etmek bile…