Son bir senede bu konuya ikinci defa değiniyorum. Zira çok hassas bir konu olmasının yanında, geçtiğimiz hafta Ankara Ticaret Odası Başkanı Gürsel Baran’ın, enflasyon nedeniyle işletmelerin çeşitli yükümlülüklerle karşı karşıya kaldığını belirtmesi, “Gelir ve Kurumlar Vergisi matrahlarının tespitinde enflasyon muhasebesi uygulamasına geçilmeli” görüşünü paylaşması dikkat çekiciydi. Bu söz sohbet içinde kullanılmış sıradan bir ifade olmayıp, artan sıkıntının dışa vurulması olarak özetlenebilir.
Yüksek enflasyon yaşanan bir ekonomide, faaliyetlerin ve finansal durumun herhangi bir düzeltme yapılmaksızın yerel para biriminden raporlanması anlamlı sonuçlar ortaya koyamaz.
Paranın satınalma gücü o kadar hızlı ve büyük oranda değer kaybediyor ki, farklı zamanlarda meydana gelen işlemlerin rakamsal kıyaslamasından oldukça fazla yanıltıcı bilgi ortaya çıkıyor. Nitekim bazı şirket yöneticilerinin dönemsel raporlar hakkında yaptıkları sunumları süzgeçten geçirmeden doğru yorumlamak kolay olmuyor. Üstelik finansal tablolarını görebildiğimiz bu tarz şirketlerdeki net olmayan manzara; fiktif kârların rehavete sokabildiği yöneticiler oluyor. Bu da şirket geleceği için risk oluşturuyor.
Dolayısıyla böyle dönemlerde, enflasyonun mali tablolar üzerindeki etkilerinin giderilmesine yönelik düzeltici işlem yapılması ihtiyacı doğuyor ve gerçekleşen bu teknik düzeltmeler ‘Enflasyon Muhasebesi’ başlığı altında toplanıyor.
Yıllardır perakende şirketlere ait dönemsel finansal tabloları meslektaşlar arasında yorumluyoruz. Ülkemizde bu uygulama olmadığı için parasal olmayan değerlerin (stoklar, maddi ve maddi olmayan duran varlıklar vb.) enflasyon oranı ve ÜFE ile çarpılmasıyla performansa dair kabaca bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. Sadece merak gideren bu bilgilerin, şirketler açısından da fayda üretebilmesi için resmi şekilde ortaya konması daha iyi olmaz mı?
Reel anlamda hakikati yansıtmayan kâr marjları gerçek şirket performansını ölçmeyi engelliyor. Yabancı yatırımcılar da enflasyon muhasebesi uygulanmayan ülkelerde gerçek durumu yorumlamakta zorlanıyorlar.
Bizler bile yıllardır içinde yaşadığımız yüksek enflasyon şartlarına alışkın olmamıza rağmen stok devir hızı düşük olan bir şirketi ilk bakışta daha kârlı ve avantajlı görme yanlışına düşebiliyoruz. Daha kötüsü; yukarda da belirttiğim gibi bu tarz şirketlerin yüksek fiktif kârlılık elde etmesi, yüksek vergi giderlerinin oluşmasına sebep oluyor. Dolayısıyla bunu düzeltecek enflasyon muhasebesi uygulamasında geç bile kalındığını söyleyebiliriz…
Türkiye’de Uluslararası Muhasebe Standardı (UMS) 29 esas alınarak 1990’lar boyunca yurt dışı ortaklığı veya ilişkileri olan veya gerçek durumlarını görmek isteyen büyük şirketler tarafından normal muhasebe sistemine ek olarak kullanılmıştır.
Enflasyon Muhasebesinin resmi uygulaması, finansal kuruluşlar için BDDK kapsamında 2001-2004, SPK mevzuatına tabi şirketlerde 2003 ve 2004 yıllarında uygulama imkânı buldu. Vergi Usul Kanunu kapsamında ise yalnızca 2004 yılında uygulandı. Ardından nispeten düşük enflasyon oranları nedeniyle enflasyon muhasebesi terkedildi. (Kaynak: Dr. Ozan Bingöl)
Vergi kanunlarına göre sadece bilançolar enflasyon düzeltmesine tabi tutulur, gelir tablosu hesaplarında herhangi bir düzeltme yapılmaz. Kayıtlarını TL cinsinden tutmayanlar enflasyon düzeltmesi yapamazlar.
Enflasyon muhasebesinin işletmeler tarafından isteğe bağlı olarak; vergi ve diğer mevzuata göre uygulanan muhasebeye paralel şekilde uygulanmasında bir engel bulunmamaktadır. Ancak bu şekilde elde edilen finansal tablolardan vergi yükümlülüğü açısından faydalanılamaz. Bankalardaki kredi işlemlerinde kabul görmez. Sadece işletmeyi yönetenlerin gerçek durumu görmelerini sağlar.
Sonuç olarak; paranın satınalma gücündeki değişmeleri dikkate alan bir enflasyon düzeltmesi önemli ihtiyaçtır. Zira yüksek enflasyon mali tabloların önemini ve geçerliliğini azaltmaktadır.
Üstelik şirket yöneticilerine karar alma aşamasında; anlamlı ve kolay kıyaslanabilir bilgiler üreterek enflasyonun olumsuz etkilerinden arındıracak bir yöntem gerekmektedir. Bu da ancak enflasyon muhasebesi yardımıyla olur.
Devletin uygulamaya geçme konusundaki tereddütleri anlaşılabilir. Zira ‘vergi kaybına uğrama’ ihtimali yüksektir. Kayıt dışı ekonominin yüksek payı da bunu tamamlayan başka bir nedendir. Ama ortada bir de haksız rekabet ve adil olmadığı tartışılan bir vergi düzeni mevcuttur.
Milton Friedman’ın, “Enflasyon yasal olmayan vergilendirmedir” sözü durumu özetlemektedir. Böyle bakınca, vergilendirmeyi haklı ve adil hale yaklaştıracak olan araç da enflasyon muhasebesidir.
Yüksek enflasyon her şirketi aynı derecede etkilemez. Örneğin ihracat yapan ya da satışlarını yabancı para ile gerçekleştiren şirketler enflasyondan farklı etkilenirler. O zaman TL kullanan yüzde yüz yerli sermayenin korunması gerekmez mi? Elbette gelir dağılımında adaleti sağlamak adına da sabit gelirli kesimin haklarını öncelemeyi ihmal etmeden…