“Soma’da, Ermenek’te, Reyhanlı’da AKP birinci parti olmuş. O zaman bu halk kendi celladına aşık, bir Stockholm sendromu içinde azizim, başına gelen her türlü felaketi hak ediyor, herkes layık olduğu şekilde yönetilir, sizin için döktüğümüz göz yaşları haram olsun”. Fularları aynı zamanda yularları olan “solcu bünyelerin” bu sözleriyle yıkıldı sosyal medya 7 Haziran gecesi. Bir madencinin yetiminin gözlerine bir kez olsun fotoğrafından dahi bakmamış, herkese bir karakter kazandıran sosyal medya ortamında gösterdiği duyarlılıkla hayli solcu abiler ve ablaların bombardımanı, makarna-kömür muhabbetinden sıkıldıklarını ve kendilerine yeni bir “geyik” alanı aradıklarını ortaya koyuyordu. Her protestoya, her itiraza “milli irade” diye belirtisiz bir isim tamlamasıyla cevap veren, kendisine karşı duran herkesle sandıkta hesaplaşacağını söyleyen muktedirin dilinin aynısıydı bu muhalif abiler ve ablaların dili de. Sandığı kutsayan, her yurttaşı oy verdiği parti ile tanımlayan bu hastalıklı dildi aslında Soma’yı, Ermenek’i, Reyhanlı’yı yaratan.
Bir sol/sosyal demokrat partinin, 301 emekçinin toprak altında can verdiği, binlercesinin insanlık dışı koşullarda çalıştığı Soma’da devrimi örgütlemesi gerekirken, o partiye gönül vermiş insanların olanca lümpenlikleriyle “bu halkın kafası çalışmıyor, yine bize oy vermedi” diye ahlanıp vahlanmalarını izledik bu kez de. Sığırcık kuşları avcılara kolay lokma olmamak için örgütlü bir halde uçarken, “temsilde adalet ve yönetimde istikrar” lafazanlıkları havada uçuşuyordu insan cenahında. Yanık yanık ego kokuyordu her sol örgütün bacasından. Ne seçmen yapısından haberleri vardı, ne madenci yakınlarının hangi bölgede ikamet ettiklerinden, ne de seçmenin hangi saiklerle oy verdiğinden. Bir “nankör kedi” şarkısı çalıyordu arabesk hoparlörlerden. Ciğercinin kedileri, kedi türünün tek temsilcisi oldukları iddiasıyla, trafodaki kedi geyikleri ile tükettiler bir seçim dönemini daha. Flash TV nasıl ki hiçbir şekilde yayın politikasını değiştirmiyorsa, seçim sonrası söylemi de değişmiyordu ezici sol çoğunluğun. Hayli avam bir muhabbetti siyasetin pavyonunda dönen.
Sandık güvenliği ve çalınan oylar meselesi gündeme getirildi her seçim sonrası olduğu gibi. Sandık, hiçbir zaman güvenli değildi oysa ki. Çeyiz sandığında bile gizli oy, açık sayım yapılırdı da, o kanaviçelerin üzerindeki sandık lekeleri kadınların gözyaşlarıyla temizlenirdi sonra. Denizlerin kefeni bir kutu içi çarşaftı, her yeri sandık ve demokrasi ve dahi milli irade lekesiyle dolu. Dava unutulmuş, sandığa endekslenmişti hayat. Her seçim ayrı birer celseydi, halkı yargılamak için her 4 senede bir tekrarlanan. Yüzme bilmeyen oğulların, son nefesinde “hakkını helal et oğlum” demeyi düşünen babaların, babaları yedi kat yerin altındayken annelerinin karnında olanların, gencecik yaşında dul kalan kadınların hakkını aramak için Soma ve Ermenek davaları vardı. Oturduğunuz yerden kimlere oy verdiklerini sorgulayarak yargıladığınız insanların hakları için yargılamalar devam edildi. Seçim sizin, çoğunlukta olan açlığı görmezden gelip, sıcak koltuklarınızda pesto soslu ravyoli eşliğinde döktüğünüz küçük burjuva gözyaşlarınıza acımaya devam edebilirsiniz, ya da davanızı hatırlar, avukatı olamasanız da “biz bu davanın mübaşiriyiz” diyerek avazınız çıktığı kadar bağırırsınız: davacı bütün ezilenler, davalı devlet ve şirket! Yeryüzü belki o zaman aşkın yüzü olur, o haritadaki bütün kara parçaları da umuda boyanır, Soma ve Ermenek hariç değil.