Devalüasyon, zorunlu ekonomik politika araçlarından birisi olup, belirli sorunları çözmek için kullanılır. Cari açığın yüksek olduğu ülkelerde döviz kurları çoğu zaman yükseliş eğilimindedir. Bu açığın finansmanına; ithalatı karşılayamayan ihracat geliri, yabancı yatırım ve sermaye girişi gibi yollarla sağlanacak döviz yeterli gelmeyebilir. Çözüm için yapılacak icraat, ülkenin para biriminin diğer para birimlerine karşı değerinin bilinçli olarak düşürülmesidir. Elbette bu kararlar ülkelerin merkez bankaları tarafından ve çoğunlukla da hükümetlerin onayı ile uygulamaya konur.
Öncelikli amaç; ihracatı teşvik etmek, turizm gelirlerini artırmak ve dış ticaret dengesini iyileştirmektir. Haliyle değeri düşen ulusal para birimi ihraç mallarını yabancı para cinsinden diğer ülkelere göre ucuzlatırken, pahalanan ithal mallara karşı da satınalma gücü düşecektir. O ülkeye gelen yabancı turistler için de cazip ve rekabetçi fiyatlarla turizm gelirleri artacaktır.
Peki bu arada o ülkenin kendi vatandaşlarına ne olacaktır?
Yerel paranın değer kaybetmesiyle; ithal ürün ve her türlü girdi fiyatları yükseleceğinden enflasyonist baskı artacak, yerli üreticiler de artan maliyetler sebebiyle fiyatları yükseltmeye başlayacaklardır. Bu ülkenin döviz cinsinden dış borcu varsa, borç yükü de artacaktır.
Kendi ülkemize dair bir hesap yapacak olursak; dolar kurundaki her 1 liralık artış, kur farkı yükünü 474 milyar lira artıracaktır. Son 1 ayda gerçekleşen dolar kuru artış oranı yüzde 29 olup, 5,87 liralık kur artışının tutarı 2 trilyon 782 milyar liradır. Kur farkını hesaplarken; 2023 Mart ayı sonu itibariyle 475 milyar dolar olduğu açıklanan Türkiye’nin dış borç stokunu, MB dolar alış kuru olarak da 26 Mayıs’ta 19,95 TL, 26 Haziran’da 25,82 TL olan değerleri esas aldım.
Bazı çevrelerde; “ihracatın artmasıyla birlikte ülkeye döviz girişi de artacağı için borç ödemesi kolaylaşır” inanışı hakimdir. Buna katılmam mümkün değildir. Kolay çevrilemeyen bir dış borca ihracat oranındaki sınırlı artış ilaç olamaz. Zira zaten devalüasyon anında borç miktarı büyümüştür. Ayrıca ithal girdi oranı da yüksekse, kalan para borç ödemesine mi, yoksa kur farkına mı yetecektir?
Yine bazı görüşlere göre; “ithal mallar pahalılaşırken, yerli malların fiyatı da aşağı çekilmektedir.” Bu da şehir efsanesidir. Zira ithalat, bir anda bıçak gibi kesilemediği gibi petrole ve doğal gaza bağımlı bir ülkede ancak kısmen azaltılabilir. Yurt içindeki yetersiz rekolteye sahip birçok ürün, hammadde ve ara malı ihtiyacı sebepleriyle de zorunlu ithalat devam eder. Kaldı ki bizim gibi ülkelerde enflasyonun mutlu ettiği bir kesim kur farkını fırsata çevirmekte oldukça mahirdir. Ve enflasyona bu kadar katkının neticesinde de orta ve alt gelir grubu için hayatın daha pahalı ve zor yaşanır hale gelmesi kaçınılmazdır.
Devalüasyon kararı, “hadi yapalım” şeklinde bir anda hayata geçirilemez. Titiz ekonomik analizler ve değerlendirmeler sonrasında ve sürecin nasıl yönetileceğine dair bir plan eşliğinde uygulama şansı vardır.
Burada kontrol dışı kalacak ‘tüketici fiyatları’ en büyük sorundur. Enflasyon mücadelesi etkisini kaybettikçe de fırsatçıların cesaretini artırır. Yani hatalı kurgulanan ve yönetilen bir devalüasyon süreci, ülke ekonomisinde fayda üretmek yerine tahribat yapar.
Buraya kadar anlattıklarım resmî kurumların bilinçli olarak yaptıkları planlı ve kontrollü devalüasyon uygulamalarıdır. Bir de bizim gibi ülkelerin sık sık başına gelen ‘kontrol dışı devalüasyonlar’ vardır ki, kronikleştikçe verdiği tahribatı sınırlamak kolay olmaz. Buna da devalüasyon krizi demek daha doğru olur. Dünya Bankasına göre; Türkiye küresel ölçekte en yüksek gıda enflasyonunun yaşandığı 10 ülkeden biridir. Hem de resmi enflasyon dikkate alındığında bile…
Sonuç olarak; para birimi devalüe edilmiş olan ülkede ithalat yapmanın pahalılaşması ve zorlaşmasıyla geriye tek yol olarak ihracata yönelmek kalır.
Ancak devalüasyonun her devlete etkisi farklıdır. Örneğin bir ülkenin ithal girdiye ihtiyacı fazlaysa o ülke istediği kadar önlem alsın iç fiyatların yükselmesine mâni olamaz. Dolayısıyla iç piyasanın canlanması da kâğıt üzerinde kalır. Enflasyonun daha da yükseldiği, faizlerin arttığı görülür.
Normal şartlarda hiçbir ülke, kendi para biriminin diğer para birimleri karşısında değer kaybetmesini istemez. Ancak bir ekonomide sürekli olarak toplam ithalat, toplam ihracatın üzerinde ise o ekonomide dış ticaret açığı kalıcı olur. Bu durumda da ülkeyi yönetenlerin aklından, satınalma gücünü zayıflatacak “daha fazla ihracat, daha az ithalat” düşüncesi hiç eksik olmaz. ‘Döviz talebini azaltmak amacıyla devalüasyon’ da her ülkede aynı neticeyi vermez. Tersine azalan güven sebebiyle altın ve dövize yöneliş artar.
İyi yönetilebilirse, ithalatın azalması yerli mallara olan talebin artmasını sağlar ki; bu durumda yerli üretim artabilir (garanti değil), daha fazla insan gücüne ihtiyaç duyulur ve istihdam oranı da yükselebilir.
Neden “garanti değil” dediğime gelince; yeni yatırımlar için gereken krediye ulaşmak o kadar kolay olmayabilir. Zira artan faizlerle kredi maliyeti de artar.
Devalüasyonun kendisi değil, beklentisi bile yabancı yatırımcıyı ürkütür. Zira yabancı yatırımcı, yatırım sonunda parasını tekrar kendi ulusal parasına çevirerek ülkesine taşımak ister. Tam olarak güven oluşmamışsa, bu işten çırak çıkmak istemez. Yani evdeki hesap her zaman çarşıya uymaz.
Kaldı ki, Türkiye ekonomisinde yaşanan yukardaki ciddi zorluklara ek olarak, gri listede yer alma durumumuz yabancı yatırımcının ilgisini düşüren bir başka etkendir. Bir devletin gri listede olması, o devletin kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanı konularında yeterince mücadele göstermediği ve bu nedenle gözetim altında olduğu anlamına gelmektedir.
Peki gri liste, yabancı bankalar ve yatırımcılarla olan ilişkileri olumsuz etkilediğine göre, geriye vergilere yüklenmekten başka çare kalıyor mu?