TCMB faizi artırdıkça bir tarafta sevinenleri, diğer tarafta da kredi maliyeti arttığı için karalar bağlayanları izliyoruz. Her iki kesimin de olaya yüzeysel baktığını söyleyebiliriz. Zira enflasyon yüzde 61,53 olduktan sonra politika faizi yüzde 40 olsa (şimdi yüzde 30) ne değeri olabilir?
Eksi reel faiz devam ettiği sürece mevduat sahibinin tasarrufu erir. Dolayısıyla piyasa faizinin 3-4 puan artışı tasarruf sahibini tatmin etmez. Kredi müşterisinin penceresinden bakınca ise; satış hasılatı ve faaliyet kârı enflasyon oranına paralel artan, ancak aldığı kredinin oranı hâlâ enflasyon oranı altında kalmaya devam eden iş sahibi de kredi maliyetinin yüksekliğinden şikayetinde haklı görülemez. Yani faizi yüksek bulmak, ancak enflasyonu aşması durumunda haklı görülebilir. Ortalama 3 aylık mevduat faizi yüzde 42, ortalama ihtiyaç kredisi faizi de yüzde 59 olduğuna göre her ikisi de yıl sonu için beklenen yüzde 68’lik enflasyonun altındadır ve eksidir. Bundan tam 4 yıl önce eksi reel faizin yeni ortaya çıkmaya başladığı günlerde, reel faiz hesabının nasıl yapılması gerektiğini ve ufukta beliren riskleri “Reel faizde makul seviye” başlığı ile kaleme almıştım. Ancak artık gerçek durum çok açık ortadayken ince hesaba da gerek kalmadığını üzülerek belirtmek zorundayım…
Evet Türkiye, dünyada faiz oranlarının en yüksek olduğu ülkeler arasındadır. Ancak enflasyonun da en yüksek olduğu ülkeler arasındayız. Acı gerçek, bu sistemde herkesin enflasyonun sonucu olan faiz için çalışıyor olmasıdır.
Mehmet Şimşek göreve gelir gelmez rasyonel (akılcı) politikalara dönüş yapıldığını söyleyerek; hem şimdiye kadar gidilen yolun hatalı olduğunu hem de yüksek enflasyonun bu nedene bağlı olarak gerçekleştiğini tarihe not düşmüş oldu. Zira Şimşek, teslim aldığı ekonomiye ait aylık enflasyonun, geldiği ülkenin yıllık enflasyonundan daha fazla olduğu gerçeğini gördü.
Kaldı ki Avrupa İstatistik Ofisi’nin (Eurostat) bildirdiğine göre, Avro Bölgesi’nde ağustosta yüzde 5,2 olan yıllık enflasyonun, eylülde yüzde 4,3’e gerilediği anlaşılıyor. Böylece 15 kat enflasyonumuzla küresel ortamdan iyice ayrıştığımız görülüyor. Üstelik o tarafta düşüş trendine girilmişken, bizdeki yükseliş devam ediyor.
Bunun yanında Sayın Bakan, bize özel bir buluş olan KKM (Kur Korumalı Mevduat) uygulamasını önünde hazır bir sorun olarak buldu. Bunun ekonomiye büyük yük getirdiği ve bundan kurtulmak gerektiği de haklı bir görüştü. Ancak bu konuda alınan tedbirlerin sorunu çözemeyeceğini aşağıda gerekçeleri ile anlatmaya çalışacağım.
Önce bankalara mevduat sahibini ikna etme görevi verildi. Bugünün TL mevduat faizleriyle bunun nafile bir çaba olduğu açıktır. Zira kur farkını cebe koyması garanti olan KKM müşterisi TL’ye dönüp parasını eksi reel faize teslim etmez. Eğer KKM’den çıkıyorsa yolculuk borsaya, altına, gayrimenkule doğru olur.
Diğer alternatif olarak KKM’nin faizini düşürerek bu hesapların cazibesini azaltmak amaçlandı. Bu da netice vermez, çünkü cazibesi azalmaz…
Dolarını fiziki olarak bankada tutanlar faizi için mi tutmaktalar?
Hayır, neredeyse yok denecek kadar az faize rağmen birikimlerini korumak üzere pozisyonlarını bozmuyorlar.
Peki KKM’nin bundan ne farkı var?
Diyelim ki KKM faizi sıfıra indi; yukarda belirttiğim fiziki döviz hesabından farkı olmuyor ki…
Kur farkı mevduat faizinden yüksek olduğu sürece tasarruf sahibi sadece kur artışından faydalanacak. Yani faiz bu durumda önemini yitirdiği için faizi düşürmenin neticeye tesiri olmayacak. En sonunda kur artarsa kur farkı garanti, kur artmazsa döviz tutarından kayba uğranmayacağı da garanti. Üstelik elinde döviz tutan kişi 3-4 ay kur sabit kalsa bile bir günde bunu telafi edebileceğini defalarca yaşayarak görmüş bulunuyor.
Peki TL’de böyle bir garanti var mı?
Olmadığı gibi şimdilik 25 puan eksi reel faiz eşliğinde kayıp garanti…
Dolayısıyla ne mantık olarak, ne de matematik olarak KKM’den çıkışın haklı bir gerekçesi yoktur. Nitekim bu hesaplarda azalma olsa da, döviz hesapları artıyor.
Sakın buradan KKM’yi benimsediğim veya devamını arzu ettiğim sonucu çıkmasın. Zira bugüne kadar söylediklerime ters düşeceği gibi bunun nihai sonuçlarını görememek diye bir şey de söz konusu olamaz. Neticesinde kur farkını vergi verenlerin karşılayacağı, sosyal maliyetin artacağı, devletin daha fazla borçlanacağı ve elbette enflasyon sarmalından çıkılamayacağı en bariz sonuçlarıdır. Ve ülkesini seven hiç kimse bu ağır yükün devamını savunamaz.
Ancak bu sistemi icat edenler en başından itibaren hem getireceği yükü iyi hesaplayamadılar hem de buradan çıkışın kolay olamayacağını da göremediler. Üzerinde durduğumuz konu budur…
Üstelik buna rağmen hâlâ “Enflasyonu ücret artışları artırıyor” şeklindeki temel yanlış, mücadelenin önündeki en büyük engeldir. Zira bizdeki ücretlerde hiçbir zaman reel artış olmadı. Gerçek rakamlarla bunu çok anlattım. Hele emeklilere 6 ay için verilen 5000 TL (178 dolar) farkın aylık karşılığı 833 TL (30 dolar) olup, insanların nasıl reel kayba uğradıklarının açık resmidir.
“Bundan böyle ücret artışı TÜFE’ye göre değil, beklenen enflasyona göre belirlensin” resmi görüşü ise bir başka soruyu gündeme getiriyor.
Peki kimin tahminine göre?
Eğer hükümetin tahminine göre belirlenecekse bugüne kadar ki büyük sapmalı tahminlere bakmak yeterli olur.
Neticede yukarda da belirtmeye çalıştığım gibi enflasyonu en fazla körükleyen sebep eksi reel faiz ve kur artışıdır ve de öncelikli hedef bunun engellenmesi olmalıdır. Yoksa enflasyonu geriden takip eden ücret artışlarına sıranın gelemeyeceği ortadadır. Küresel kıyaslamalar da artık terkedilmelidir.