Mevcut sahneye bakarak önümüzdeki bir yılın sonunda ulaşacağımız enflasyon oranını küçük sapmalarla tahmin edebiliriz. Yeter ki gerçek ihtimalin yerine arzu edilen oran geçmesin.
2017 Bütçesi hazırlanırken yaptığım tahmin arşivden görülebilir. Çift haneli olacağını ve alt rakamın yüzde 10 olarak gerçekleşeceğini yazdım. “Stagflasyon” başlıklı yazım yayınlandığında henüz Merkez Bankası’nın enflasyon hedefi yüzde 6,5 idi. TÜİK tarafından Ocak ayının yıllık enflasyon oranı da (yüzde 9,22) henüz açıklanmamıştı. Stagflasyonun; durgunluk içinde enflasyon olduğunu, talep artmasa bile maliyetlerin baskısıyla fiyatların artacağını söylemiştim. Elbette yönetici kademesinde olanların bizden daha fazla bilgiye ulaşmaları mümkünken, daha da ince hesap yapmaları beklenirdi.
Bakalım öyle mi?
Henüz ilk ayın sonuna doğru Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya enflasyon hedefini yüzde 6.5’tan yüzde 8,48’e çıkardı. Yani revize edilen oran yüzde 30,5 oldu.
Bu kadar büyük oranda ve bir ay gibi kısa süredeki yanılmanın sebebi, ilk hedefin gerçeklik ihtimalinin bulunmamasıydı. Peki yeni hedef anlamlı mıdır?
Elbette değildir, defalarca daha revize edilmesi gerekecektir. Nitekim yazı yayınlanana kadar Şubat ayında bir düzeltme daha gelmiş, beklenti yüzde 8,87’ye çıkartılmıştır.
Ayrıca Merkez Bankası Başkanı açıklamasında “enflasyonun yıl içinde çift haneye çıkabileceğini” de kabul etmiş zaten. Peki rakama niye yansıtmamış?
Çünkü yıl içinde 8-10 arasında gidip geleceğini, yıl sonunda ise 8,87’nin tutturulacağını öngörüyor da ondan. Peki bu mümkün mü?
Bence değil. Zira tam tersine referanduma kadar kısmen frenlense de, referandum sonrasında birikmiş kısmı ile birlikte yüzde 11-12’nin görülmesi hiç sürpriz sayılmaz.
Çünkü; enerji, tarım ürünleri ve her türlü ithal girdi maliyetlerinde büyük artışlar vardır.
Ocak ayının yıllık yüzde 9,22’lik oranı, döviz kuru kaynaklı maliyet artışlarının ilk işaretidir. Henüz üretici fiyatlarına yansımayan ve önümüzdeki aylarda hissedeceğimiz yeni artışlar kaçınılmazdır.
İşin kötüsü; kur enflasyondan etkilendiği gibi, faiz ise her zaman enflasyonun üzerinde gerçekleşmek zorundadır. Evet yüksek faiz kötü bir şeydir ama enflasyonu düşüremezseniz faizi de düşüremezsiniz. Bu bakımdan reel faizi görebilmek için enflasyon tahmini isabetli yapılmak zorundadır. Reel faiz, enflasyon etkisinden arındırılmış faizdir. Basit formülü:
Reel faiz oranı = Nominal faiz oranı – Beklenen enflasyon oranı
Buna göre yanlış yapılacak enflasyon tahmini; kredi veren bankanın da, yatırımcının da, mevduat sahibinin de önemli sorunudur. Zira reel faizin olmadığı piyasaya yabancı yatırımcı gelmez, o piyasada da ticari hareketlenme olmaz.
Dolayısıyla ekonominin kendi iç dengeleri vardır, dışarıdan tavsiye ile faiz oranı belirlenemez.
Şimdi en çok sorulan, “Dolar kuru ne olacak?” sorusuna gelelim. Reel sektördeki dolar borçlularının dolar ihtiyacı sürdükçe, ithalat devam ettikçe ve yurt içinde bile kullanılan banka kredilerinin 1/3’ü döviz cinsinden olmaya devam ettikçe, dalgalanma sürse de döviz talebi artmaya devam eder.
Yabancı yatırımlar konusunda ise; Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) 2016 yılında Türkiye, Tayland ve Singapur’un en keskin düşüş yaşayan ülkeler olduğunu açıkladı. ABD’nin 385 milyar dolar ile en çok doğrudan yabancı yatırım çeken ülke olduğunu, ardından ikinci sırada İngiltere’nin (179 milyar dolar), üçüncü sırada Çin’in (139 milyar dolar) bulunduğunu belirtti.
Fed 2017 yılı içinde 2 veya 3 defa faiz artırımı yapabileceğini belli etti. Kur ile faiz birbirinden etkilendiğine göre; Fed’i kafaya takmamamız ve hareketsiz kalmamız mantığın kabul edebileceği bir şey değildir. Aksi durumda, yabancı yatırımcının yönü de, kurun yönü de, enflasyonun yönü de hiç arzu etmediğimiz bir seyir izler.
Dolayısıyla hiç inandırıcı olmayan başka bir görüş de; “uluslararası faiz lobisinin tezgâhladığı komplo” iddialarıdır. İşte yukarda gidişatı dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Bunu ifade edenler, hangi aşamada ve ne gibi tezgahla karşı karşıya olduğumuzu da açıklamalılar ki, bizim de öğrenme hakkımıza katkı yapsınlar.
Para ödeyerek hizmet aldığımız Fitch bile notumuzu yatırım yapılabilir seviyenin altına düşürmüş, ekonomik görünümü de durağandan negatife çevirmiştir.
Peki daha önce Standart and Poors’ (S&P) ve Moddy’s benzer notları verdiği zaman Fitch’i referans göstermemiş miydik?
Raporlara yazdıkları gerekçeleri çürütebiliyoruz muyuz? Ülkemizin büyümede ivme kaybettiğini, işsizliğin yükseldiğini, Türk lirasının hızlı değer kaybettiğini, enflasyonun arttığını belirtmişler. Bunlar içinde inandırıcı gelmeyen bir tespit var mı?
Yurt içinde biz bize olan duruma baktığımızda da; özel sektör yatırımlarının yavaşladığını ve ekonomik güven endeksinin büyük düşüş gösterdiğini izliyoruz.
2016 yılının milli gelir göstergelerine göre; darbe girişiminden önce, ilk 6 ayda bile özel sektör yatırımlarında yüzde 1,5 azalma gözüküyor. Makine ve teçhizat yatırımlarındaki azalma yüzde 5,1 oranında gerçekleşmiş. Düşüşü frenleyen inşaat yatırımları yüzde 6,9 oranında artmış ama neticeye katkısı sınırlı kalmıştır.
İkinci 6 ayı konuşmaya bile gerek yoktur.
TÜİK istatistiklerine göre; ekonomik güven endeksi 2017 Ocak ayında bir önceki aya göre yüzde 3,9 azalarak 89,2 değerinden 85,7 değerine düşmüş. Bunun anlamı; ekonomik güven endeksinin 100’den büyük olması genel ekonomik duruma ilişkin iyimserliği, 100’den küçük olması ise genel ekonomik duruma ilişkin kötümserliği işaret etmesidir. Yani her sonuca matematik ve istatistik yardımıyla ulaşılıyor. Ekonomide rakamlara dayanmayan subjektif görüşe yer yoktur. Ortaya bir görüş koyan ve üstelik bunu rapora bağlayan kişi veya kurum önce kendisini düşünür. Spekülasyon yapmaya kalkanın önüne ise yukarıdaki veriler konarak bir daha bu işi yapamayacağı noktaya getirilir. Şimdi soruyorum; bunu kim göze alabilir ve mesleki geleceğini tehlikeye atabilir?
O bakımdan yenilgiyle biten her maçtan sonra kusuru hakeme bağlamak, hatalardan ders çıkartmayı ve önlem almayı geciktirir.
İşte esas sorun buradadır.