Mareşal Çakmak, Büyük Zafer’den sonra İzmir’e bir an önce varmak için süvari ve piyadeler arasında amansız bir yarışmanın yaşandığını ve bu yarışın beraberlikle sonuçlandığını söyler.
Derleyen: Safa Tekeli / Ajans Bizim – Fevzi Paşa, Büyük Taarruz planının hazırlanma sürecinde; Yunanların Anadolu’da biri Afyon, diğeri Eskişehir’de iki birliklerinin bulunduğundan taarruz için bunlardan birinin seçilmesi konusunda, Afyon’a taarruz edilmesinin daha uygun olacağı kanısındadır.
Fevzi Paşa’ya göre, bu planın uygulamaya konulmasının en önemli şartı, düşmanın bu hazırlıkları ve planı hiçbir şekilde öğrenmemesidir. Bunun için taarruz planını herkesten gizli tuttuklarını, hatta barış arar gibi görünerek Fethi Bey’i (Ali Fethi Okyar) Londra’ya bile gönderdiklerini anlatır. Sıra hükûmete taarruzu resmen bildirmeye geldiğinde bazı vekillerin tereddüt etmelerine karşın, bu tereddütleri ortadan kaldırarak, Bakanlar Kurulunun taarruz kararını kabul ettiğini anlatır.
Fevzi Paşa, Büyük Taarruz hakkında şu iki nokta üzerinde durur: Birinci nokta, kazanılan büyük zafere karşılık zayiatın pek az olmasıdır. Şehit ve yaralı olarak zayiatın on bini bile bulmadığı, buna karşılık Yunanların 100 bin zayiat verdiğini kaydeder. Fevzi Paşa’nın üzerinde durduğu ikinci nokta ise, Büyük Zafer’den sonra İzmir’e bir an önce varmak için süvari ve piyadeler arasında amansız bir yarışmanın yaşandığı ve bu yarışın beraberlikle sonuçlandığıdır. Neticede İzmir’e piyade birlikleri süvari birlikleriyle aynı anda girer. Fevzi Paşa, bunun dünyada benzeri olmayan bir olay olduğuna işaret eder.
Fevzi Çakmak’ın, Demokrat İzmir gazetesinden Naci Sadullah Daniş ile yaptığı ve “Mareşal Fevzi Çakmak’ı Dinlerken” (1947) başlığıyla yayımlanan söyleşisi de, ilgi çekici tanıklıklarla doludur. Sadullah Naci, Mareşal’in, Başkumandan Mustafa Kemal’in iyi, vefalı ve bilgili bir yardımcısı olduğunu, Gazi’nin, Büyük Zafer’in kazanılışında onun rolünü şöyle anlattığından söz eder: “Taarruz, öteden beri Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyz ve tecrübeye müsteniden ihzar ettiği plan dâhilinde vuku bulacaktı. Bu plan dâhilinde hazırlık emri verildi.”
Sadullah Naci, Favzi Çakmak ile görüşmesini şöyle aktarır:
“Aşağıda Mareşalle yapılmış bir görüşmeyi okuyacaksınız: Şimdi, 1947 Eylül’ünün yedinci günündeyim. Ödemiş dağlarının (1400) rakımlısına, yeşil bir leylek yuvası gibi sığınmış Gölcük köyündeyiz. Yanımda, vaktiyle düşmanın sahicisine ilk silahı atanlardan Âlim Efe, karşımda ise bize, çocukluğumun imansız günlerinde erişilmez bir rüya sandığım zafer saadetini kazandırmış olan sayılı adamlardan birisi: Mareşal Çakmak var… Onun, ne dış düşmanların ne de yılların asil olgun ve içten güzelliğini yıpratmadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum: “Sizi düşünüyorum Mareşalim… Sizi ve nankörler tarafından unutulan zaferinizin, vaktiyle bizi nelerden kurtardığını…” Mareşal, yaşaran gözlerime, babacan bir gülümseyişle bakıyor: “İzmirli! Hislerine kapılma… O zafer benim, şunun, bunun değil, bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık… Zira bu milletin, uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşamayacağı muhakkaktı… Bizler, istiklalimize yapılan taarruzun def’ini, olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş sayılabiliriz.”
Sonra ciddileşerek ilâve ediyor: “Fakat ne dersiniz? O sırada siz İzmir’de bizi beklerken, biz Anadolu’da, sade düşmanlarımızla değil, aynı zamanda, en yakın kavga arkadaşlarımızın -hemen hemen düşman silahları kadar tehlikeli olan- dalaletleriyle de mücadele ediyorduk… Sorduğunuz suale cevap vermek, yani İzmir’e nasıl girdiğimizi anlatmak için, Dokuz Eylül’e takaddüm eden günlerin olaylarını da hatırlatmam zarurîdir… Bizim İstiklal Harbimiz, fiilen İzmir’de başlamış ve fiilen İzmir’de sona ermiştir.
Mustafa Kemal’le tamamen mutabık olduğumuz için, ben, ordudaki vazifemden ayrılarak, Erkânı Harbiye Dairesinin odasına kapanmış, yapılacak taarruzun planlarını hazırlamaya koyulmuştum. Ankara’da hükûmet konağının üst katında, fevkalade bir toplantı yapıldı. Toplanan Vekiller Heyetine, Rauf Bey riyaset ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğine şiddetlendi. Kimisi, taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi, “Ne diye boşu boşuna (!) kan dökelim?” diyor, kimisi ise: “Efendim, yüzde 25 zafer ihtimali olsa bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat maalesef, yok!” diyordu.
Zafer ihtimali yüzde 75’ti
İçlerinden birisi, kalkıp da: “Efendim, bizim şu kadar katırımız ve şu kadar devemiz olsaydı, bu yapılabilirdi!” kabilinden bir hezeyan savurunca, dayanamayarak yumruğumu masaya vurdum ve: “Efendim, dedim, bu taarruzda zafer ihtimali, yüzde 25 değil, yüzde 75’tir. Filvaki, bizim, muarızlarımızın istedikleri miktarda katırımız veya devemiz yok amma, ben Mehmetçiğin mücadele gücünü, dünyanın başka hiçbir gücüyle mukayese edemem. O Mehmetçik, kavgayı sevdiği zaman, deveden çok fazla yol yürüyerek ve deveden çok fazla aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu, Mehmetçiğin karısı taşımıştır. Muarızlarımıza göre, düşmanın tel örgüleri varmış. Bunu söyleyenlere hatırlatırım ki, Mehmetçik sahiden hırsa gelince, yumruklarıyla telleri değil, demirleri paralamıştır!”
Bu sözlerim üzerine rahmetli Kara Vasıf: “İyi amma efendim, Ankara’yla İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken, askeri neyle besleyeceğiz?” demezler mi? Tahmin buyuracağınız gibi, ona mesafeyi ölçerken, pergeli herhâlde yanlış tutmuş olduğunu söyledim: Zira belliydi ki, muterizlerimiz, bizim taarruza, Ankara’dan değil, Afyon’dan başlayacağımızı bile hesaplamayacak kadar gaflet içindeydiler. İnsafla itiraf edeyim ki, kendisine: “Vasıf Bey… Şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde, her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga, başka orduların, başka şartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klasik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir.” dediğim zaman, Kara Vasıf’ın gözleri yaşarmıştı.
Siz dinlenin, İzmir’e biz gireriz!
Mareşal: “Ötesini biliyorsunuz,” diyor; “çok şükür zafer, tarihlerde okuduğumuz şekilde kazanıldı. Fakat tuhaf değil mi? Afyon’un sukut ettiğine, dürbünleriyle bakmadan inanmayanlar ve bu meyanda, bize: Efendim, bu işe deve lazım… Bu iş devesiz olmaz, diyen zevat: ‘Aşk olsun… İyi oldu. Fakat siz yoruldunuz, artık işin ötesini bize bırakın… Tek biz biraz dinlenin de, alimallah, biz gidip İzmir’e gireriz!’ demezler mi!”
Üzüm çuvallarının rahatlığı
“Biz henüz layıkıyla sağlanmış saymadığımız bu şerefi, onlara emanet edemezdik. Bunun içindir ki, orduyu, Mustafa Kemal’le beraber Afyon’dan İzmir’e kadar adım adım takip ettik. Şimdi o yılda, bazen buğday, bazen de üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum. Hatta bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal’in gülerek: ‘Paşam, şu hayatın cilvesine bak, aslanlık edelim derken, farelere döndük: çuval deliğinden üzüm, çalıyoruz!’ dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlarım… Fakat inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı, beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir!”