Hepimiz şikâyet ediyoruz, bazılarımız çığlık atıyor, büyük çoğunluğumuz ise küfürbaz oldu.
Talanın son hız devam ediyor olmasından, yalanın küfür olmasından, adaletsizliğin sınırsızlığından, insanları düşman-terörist-hain ilan etme geriliğinden söz ediyorum.
Virüse karşı önlemler diye sunulan her şeyin tüm sistemi ele geçirmek için fırsata çevrilmesinden, yetmedi halka yardım eden belediyelerin düşman ilan edilmesinden, susmayanlara tehdit ve küfürler yağdırıp, ihbarlar edip yıldırmak için sosyal medya üzerinden kampanyalar düzenlemelerinden, gözaltılardan, tutuklamalardan söz ediyorum.
İnsanlığın gırtlağına büyük bir iştahla basmaktan zevk alıyorlar.
Televizyonlarından, gazetelerinden düzmece haberler, yalanlar kusup her durumu dine imana bağlayarak şükür ve sabır üstüne kurulu korku duvarını daha da büyütmek istiyorlar.
Yeni değil bu diyeceksiniz, tüm varlıklarını ayrıştırmanın üstüne kurdular ve buradan besleniyorlar diyeceksiniz, biliyorum.
Açan çiçeğin, canlanıp insanı hayata çağıran doğanın, dipte filizlenip inadına yaşayan edebiyat ve sanatın dışında yüreğimize sevinç katan, çoğaltan ne kaldı?
Yaşar Kemal okurken Anadolu’nun taze açılmış bir yaban gülü gibi kokuyor olmasını duyumsayan kaç kişiyiz bilemiyorum.
Karıncanın Su İçtiği yer gibi büyük bir yalnızlık içindeyken, yağmur damlası sevinciyle bir meri keklik oluyor insan yüreği.
Sait Faik, yandan çarklı bir ada vapurunun kıçında, elinde cıgarasıyla martılarla köpük köpük konuşan bir karabatak kuşu.
Beyoğlu’nda bir bardak şiir, Kurtuluş’ta yitik bir sokak aşkı, Burgaz’da yosunlu kayalıklar üstünde yaralı bir kedi.
Orhan Veli, notaları yazılamamış yalnızlık senfonisi gibi saklı kalan bin umut.
Mavileşen bulutlar içinde gezinen ilkbahar şarkıları, serçe kuşlarının kanatlarında aşk, ada gülleri.
Can Yücel yaşamı daha iyi, daha güzel, daha coşkun akan ırmaklar gibi rengkârenk boyamak adına, ağız dolusu asabiyet.
İçinde aşk, içinde isyan, içinde işçi, içinde emek, içinde meydan, içinde bahar.
Hasan Hüseyin Korkmazgil, fabrika önlerinde kan kusan panzer, işçi halaylarında türkü, Kızılırmak boylarında şafak, mahpushane avlularında karanfil, yar dizinde diş izi, ana yüreğinde hasret.
Bir Eylül sabahında kapkara kanlı asker postalı, zindan, kırılmış hançer yarasından çığlık.
Enver Gökçe hüzünlenmiş bir isyan, saldırıya uğramış büyük meydanda gökyüzüne kavuşmuş sevinç.
Kırlangıç fırtınası öncesinde koşuşan hazan yapraklarındaki bahar.
Nihat Behram, içimdeki kızıl isyanın ilk şafaklarında dinlediğim Ege türküleri gibi kuşanılmış efe hançeri.
Meydanın orta yerindeki kardeşlik, asırlık çınar ağaçlarının gölgesine alın teri ve emek için bağdaş kurmuş yarenlik.
Nâzım Hikmet, karlı bir Moskova sabahında, elinde gürzüyle buz tutmuş umutları parçalayan partizan.
Söğüt ağaçları altında masal, işçilerin yüreklerinde marş, insanlığın nefeslerinde ses, mavileşen sevdalarda yelkovan kuşları, vapur dumanlarında hasret, balıkçıların ağlarında gökyüzü, çocukların gülüşlerinde kırlangıç.
Zafer şarkıları söyleyerek meydanları dolduran işçilerde şimdi sıra, yüreklerindeki sevinç düşleriyle mavi gökyüzüne bayrak sallayan gençlerde.
Şimdi sıra şiirlerin, şarkıların, türkülerin, romanların, oyunların ve filmlerin içine nakış nakış işlenmiş yurt sevdasını kuşanan insanlıkta.