Anadili bilincimizde belirgin bir gerileme var. Türkçenin basın yayın organlarındaki durumu gerçekten içler acısı! En kurumsal gazetelerde, en köklü yayınevlerinde bile görebiliyoruz bu durumu.
Basındaki dil yanlışları üzerine yıllardır yazıp duruyoruz. Uyarılarımızın işe yarayıp yaramadığını merak ediyor kimi okurlar. Örneğin 1. TİP’ten arkadaşım Ertan Çelikkol, geçen hafta gönderdiği iletide şöyle demiş:
“Attilacığım merhaba,
Yazılarını ilgiyle izliyorum. Çok önemli bir boşluğu doldurma çabasındasın ama medya sektörü de tam bir vurdumduymazlık içinde. Hata yapanlardan sana geri dönüp uyarıların için teşekkür eden olmuş mudur, hiç sanmıyorum. Umarım yanılmışımdır.”
Eleştiri, doğası gereği sevimsiz bir iştir. Eleştirdiğim yazarlardan “teşekkür” almak şöyle dursun, belki düşman bile kazanmışımdır. Onlardan bugüne değin olumlu ya da olumsuz hiçbir geribildirim almadım. Nedense suskun kalmayı yeğlediler. Ama değerbilir okurlardan Dilin Kemiği’ne gelen mektupları zaten okuyorsunuz. Onlar teşekkürü hiç eksik etmiyorlar bizden.
Ertan Çelikkol arkadaşımız, yukarıda sözünü ettiğim iletisine, 17 Eylül 2022 tarihli Sözcü gazetesindeki bir haberin görüntüsünü de ekleyerek şöyle yazmış:
“Bugün Sözcü gazetesinin internet sayfasını okurken gözüme batan bir hatadan ötürü haberin fotoğrafını çekip gönderiyorum. Haberin başlık kısmının 4. satırında ‘su istimal’ ifadesi var. ‘Su istimal’ denildiğinde sanırım ‘su kullanmak’ anlamı çıkıyor. Oysa haberde ‘suiistimal’ (kötüye kullanma) denilmek isteniyor. Bunun aceleyle yapılmış bir yazım hatası olma ihtimali yok. Çünkü aynı hata haberin devamında birkaç kez tekrarlanmış.
Değindiğim bu yanlışı daha önce işlemiş olabilirsin. Eğer farkında olmadan yinelemiş oldumsa kusura bakma. Görüşmek üzere, sevgilerimle.”
Bu konuda gazeteyi eleştirmek haksızlık olur gibime geliyor. Çünkü Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu’nda “suiistimal” olan bu Arapça sözcüğün yazım biçimini Türk Dil Kurumu her nedense “suistimal” diye değiştirmiş. Böyle olunca da “Sözcü yanlış yazmış” diyemiyorum doğrusu. Tersi durumunda TDK’nin tuğla kalınlığındaki Türkçe Sözlük’ünü önümüze koyabilir gazetenin editörleri.
* * *
“SEVKİYAT” MI “SEVKIYAT” MI?
Benzer bir karmaşayı “sevkıyat” sözcüğünün yazımında da görüyoruz. Son aylarda Ukrayna’dan kalkan tahıl gemileri dolayısıyla “sevkıyat” sözcüğü televizyon haberlerinde çok sık geçmeye başladı. Ama genellikle “sevkiyat” diye seslendiriliyor.
Bu Arapça sözcüğün anlamı, kısaca “gönderme işi”dir. Nitekim Türkçe Sözlük’te de “sevkıyat” maddesi için şu açıklama yer alıyor:
“Silahlı Kuvvetlerde personel, silah, araç, yiyecek gibi ikmal maddelerinin stratejik ve taktik amaçlarla bir yerden başka bir yere gönderilmesi.”
Türkçe Sözlük’ün 1945 yılındaki ilk baskısından Ferit Devellioğlu’nun günümüzdeki Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ine değin tüm sözlüklerde “sevkıyat” diye yazılan bu sözcüğü, yeni TDK hangi gerekçeyle “sevkiyat” yapmış, bilmiyoruz.
Bu örnekler de gösteriyor ki Türkçenin en ivedi sorunlarından biri, günümüzde yaşanan yazım karmaşasıdır. Bir dilin sözlüklerinde böyle farklı yazım biçimleri olamaz! İlgili uzmanlık kurumlarının ve dilbilimcilerin, yazımda birliği sağlamak için hemen bir araya gelerek bu sorunu çözmeleri gerekiyor.
* * *
HAFTANIN NOTU
Anayasayı çiğnemenin bedeli ağırdır!
Saray Rejimi’nin ülkeyi nasıl bir polis devletine dönüştürdüğünü “hamdolsun” görmeyen kalmadı! Artık pervasızlıkta sınır tanımıyorlar! Müzik dinletisinden basın açıklamasına, gösteri yürüyüşünden protesto eylemine, anayasal güvence altındaki tüm etkinlikler yasaklanıyor. İktidar partisinin il ve ilçe başkanı gibi davranan partizan valiler, kaymakamlar, Anayasa’nın 34. maddesindeki “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” hükmünüyok sayarak zincirleme suç işliyorlar. Parlamento dışından atanmış İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun sırtlarını sıvazladığı polisler, halkın seçtiği milletvekillerini itip kakabiliyor; onlara parmak sallayıp hakaret edebiliyor! Daha birkaç gün önce, İstanbul’daki “adalet sarayları” önünde çeşitli hukuksuzluklara tanık olduk. Mahkeme salonlarına girebilmek, sıkıyönetim dönemlerinde bile bu denli eziyetli olmamıştı. Adliye önleri, duruşmaları izlemek için gelenlere kapatılıyor; yargılamalar polis kuşatması altında yapılıyor!
Gözaltında “kaybolmuş” yakınları için yıllardır hak arayan “Cumartesi Anneleri”, Galatasaray Meydanı’ndan kovuldular! Devletin görevi sorumluları bulup adalete teslim etmek iken, sanki suçlu onlarmış gibi, acılı aileler bir de sudan nedenlerle mahkemelerde süründürülüyor. Bunlar da yetmiyor; kayıp yakınlarına destek için gelen avukatlara, milletvekillerine, siyasetçilere, demokratik kitle örgütü temsilcilerine keyfi biçimde gözaltı işlemi yapılmak isteniyor…
Geçen hafta Çağlayan Adliyesi önünde yine Anayasa suçu işledi kolluk görevlileri. Ailelerin basın açıklamasını engelledikleri gibi, aralarında hukukçu ve siyasetçilerin de bulunduğu birçok toplum önderini gözaltına aldılar. Özellikle SOL Parti PM Üyesi Alper Taş arkadaşımızın gözaltına alınış biçimi çok utanç vericiydi. Onlarca polisin kolundan ve bacağından çekerek kargatulumba Emniyet’e götürmeye çalıştığı Alper Taş’ı bırakmamak için TİP Milletvekili Ahmet Şık’ın gösterdiği içten çaba ise devrimci dayanışmanın kıvanç verici örneklerinden biri olarak anımsanacak.
İktidara güvenerek bu tür hukuksuz uygulamaları olağanlaştırmaya çalışan güvenlik bürokrasisi unutmasın: İşledikleri, Anayasa suçudur!
Türkiye’de suç işleme ayrıcalığına ve yargı dokunulmazlığına sahip olduklarını düşünenler çok yanılıyorlar!
Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner!
Hem, Sultan Süleyman’a kalmayan bu dünya Süleyman Soylu’ya mı kalacak?
* * *