Ülke kahırlar içinde inletilirken oturdum ceviz ağacının altına, masala tanıklık ediyorum.
Öyle bir zaman ki çiçekli bahçeler meyveye durdu, gökyüzü ağladıkça ağaç köklerinde sevinçler çoğalıyor.
Şu karşı yamaçtaki kızıllık bir kiraz ormanıdır, yanında elma bahçesi var, vakit yaklaşıyor alı al meyveler dallardan sarkıp toprakla öpüşecekler.
Ormanlaşmış üzüm bağlarında dans eden kuşların her biri, gelecek ışıklı günleri çağırıyorlar.
Şu kayın, çam, köknar, ladin, kestane ve ıhlamur ağaçlarını kuşanmış alaca dağın bağrından kopup gelen çağıl çağıl derenin içinde, alabalıklar sevişiyorlar, kelebekler, sincaplar ve tavşanlar sarmaş dolaş.
Vadinin derinliklerinden çocuk sesleri geliyor, bacasından mavi dumanlar çıkan şu küçük kulübeden hayata taşan türküler toprağın, ağacın, suyun, kuşun, çiçeğin, yağmurun, börtü böceğin senfonisi gibi.
Ceviz ağacına el sürüyorum, yaprakları yeşilden öte, körpe meyveleri nazlı, dallarının arasından ışık gibi sızan yağmur damlaları ile yüzümü yıkıyorum, kapıyorum gözlerimi, burada düşsem toprağa gam çekmez gönlüm.
Geçen yıl aynı vakitler Ege kıyılarında bir zeytin ormanında yaşadım bu masalın aynısını. Kekik kokan yamaçlardan oğlak sesleri yükseliyordu, tepede güneş kızıl bir çember. Her yaştan zeytin ağaçları, kökleriyle tuzlu sulardan emziren ılgınlardan buraya kadar taşan rüzgârla sevişiyorlar. Mandalina ve portakal ve limon bahçelerinde nar ağaçları saklambaç oynarlar, kimse bilmez söyledikleri şarkıları.
Orda kemanıyla bir ada şarkısı çalan Eleni ile tanışmıştım. Yaslamış sırtını yüz yaşındaki zeytinin gövdesine maviliklere bakınıyor çakır gözleri, bembeyaz saçlarına sarı bir yazma bağlamış, ardından koştuğu hayata sesleniyor. Portakal reçelini anlatmıştı sonra karşıdaki denizin orta yerinde yeşermiş bir çocukluk anısını sonra kınalı taşların üstünde okunan şiirler sonra avuçlardan içilen şaraplar ve sonra yavuklusunu anlatırken, dalgaların içinde umudunu yitiren martı yavruları gibi sızıyla ağlamıştı.
Ertesi gün güneş, çam ağaçlarının arasından üstümüze sızarken buluştuk. Dalları toprağı öpen erik ağacından üç sepet topladık, üstümüz başımız sarı, yürüdük. Ben buradayım diyen köprünün başında iki taşa tünedik. Sırtındaki kemanı, canını öper gibi öperek çenesinin altına aldı ve zeytin ağacının altında çaldığı o içi sızı dolu şarkıyı çığırdı.
Erik almak için duran araçların ikisi şarkının büyüsüne kapılıp kaldılar. Bakıştık. Hayat niye hep böyle değildi, niye bunca acı bunca keder, bunca kahır.
Ne kötülük ettik biz bunlara insanlıktan başka. Gözlerimiz gülüyor yalnızca, yetmiyor.
Yağmur mu yağıyor yoksa masalın içindeki her şeye selam mı veriyor bilemedim, fındıkların altından koşturdum ve bacası tüten kulübenin üstünü kuşatan asmanın altına tünedim.
Gitmem gerekiyor bu vadiden, yoksa hiç gidemeyecek, burada öyle kırılmış kızılcık dalı gibi kalacağım.
Bazen ıslanmak iyidir, ellerinize yağar yeni umutlar. Yürüdüm derenin sesine doğru, orada yol var, alıp savuracak beni kuşatılmış hayatların bağrına. Şarkıyı anımsadım, yüreğine aşk hançeri saplanmış sevgiliyi düşledim. Sonunda Fırtına deresine kavuştum, su berrak ışıl ışıl bir mavilik. Şimdi ellerime daha çok yağmur yağıyor.
Sahil boyunca çaylıkların içine haramiler betondan tabutluklar kondurmuşlar, yanımızdan geçen inşaat kamyonları taş dolu, deniz ile insan arasında da betondan bir yol, yağmur suları sel olmuş akacak yer bulamıyor, kayıkhaneler öksüz kalmış, rengini yitirmiş gökyüzü, deniz köpürdükçe köpürüyor içimdeki öfke.
İnat etmek lazım, diklenmek lazım, ceviz ağacı gibi olmak lazım, kiraz ormanı gibi, çay bahçeleri gibi, kızılcık ağaçları gibi, erik dalları gibi, zeytin dağları gibi.
Yoksa umut yok.