70’li yıllar nasıl porno film furyası ile kapandıysa, 80’li yıllara da darbenin etkisiyle sosyal içerikli filmler damgasını vurmuştur. Sosyal içeriği kendinden menkul olanlar da olmuştur bu filmlerin arasında, sosyal içerik erotik içerikle karıştırılmış, “konulu” filmler olmaktan öteye geçememiştir bazıları. Salon filmlerinin yakışıklı jönleri birdenbire, siyaset kokan filmlerde şair, yazar oluvermişlerdir. Sinema için küçük, insanlık için büyük bir adımdır belki de. Zira bir şey sinemanızda yoksa düşünce hayatınızda da gündeminizde de yoktur. Eksik ve sorunlu da olsa sosyal içeriği vardır en azından diye düşünülebilir. Ancak, sinemamızda var olduğunu sandığımız şey de sinemanın yapısı gereği, aşk gibi bir aldanışa inanmak olabilir bazen.
Tuncel Kurtiz’in 1979’daki ilk yönetmenlik denemesinde anlattığı göçmenleri, unutulması arzulanmış filmidir Gül Hasan. Sektördeki verili işlerle-ilişkilerle çelişkisini, kavgasını anlattığı filminde, kendi sokağını anlatır Tuncel Kurtiz. Bir şebekenin lideri olarak çalışan, ilkokul mezunu dahi olmayan üçkağıtçı yönetmenin, çekeceği filmde rol verme vaadiyle, Avrupa’da çalışan vatandaşlarımızı dolandırmasını, sömürmesini anlatır filmde. Kaurismaki’nin “Umut Limanı”ndaki kaçaklara duyulan naif ve şefkat dolu bakışı göremeyiz bu filmde, “homo homini lupus” vardır daha çok. İsveç’e refahı arttırmak için büyük bir istekle çağrılan, ancak daha sonra en ufak bir olumsuzlukta hor görülen günümüz kölelerinin hayalleri kendi vatandaşları tarafından sömürülmektedir. Geri dönmek artık hayaldir bu köleler için, ancak onların mağduriyeti yönetmende hiçbir vicdani yük yaratmamaktadır. Kullanılan kamerada film bile yoktur. Filmde rol alanlar, oynadıklarından hiçbir şey anlamadıklarından filmin tamamını görmek isterler. Yönetmen ise onlara filmin 21229 yılının insanının yalnızlığını anlattığını, yani çok “sanatsal” bir yapıt olacağını anlatır. Israrlara dayanamayınca da çetesiyle birlikte pılını pırtını toplayıp kaçmaya çalışır. Filmin sonunda sömürenlerin “filminin tamamını” gören ve duruma “uyanan” çağdaş köleler kendi filmlerini çekmeye karar verirler. Tuncel Kurtiz, daha önce birlikte çalıştığı yönetmenlere öfkesini bu filmiyle somut olarak ortaya koyduğu gibi, şu çok “sanatsal” filmlerle de inceden dalgasını geçmektedir. Film içinde filmdir anlayacağınız, hatta o kadar inandırıcıdır ki, filmde çekilen Hasan the Rose filminin yapımcısı olan Müjdat Gezen’i kredi akarken birden Gül Hasan’ın yapımcısı sanırsınız. Film, göçmen işçilerimizi de sınıfsal açıdan değerlendirdiğinden midir bu kadar içselleştirmemiz? Beyaz perdede gördüğümüz sureti soldurulmuş kendi resmimiz midir?
Devrim bir hayaldi ve onun için güzeldi belki de kimileri için, bu nedenle uğruna canını vereceğini iddia ettiği düşüncelerini kendi hayatında en küçük ölçekte dahi hayata geçiremeyenler, parka ve postalla-ki onları da Amerikan markalarından temin etmişlerdir- devrimci oluverirler. Devrimci olmak hiçbir yerde bu memleketteki kadar kolay değildir. Kendi evinin önünü bile süpüremeyenler, önce kendi sokağını anlatamayanlar büyük davalardan bahseder hale gelir. Meydan boşsa, atış da serbestse karşılık da bulur yaptıkları çoğunlukla. Sosyal içerikli filmlerin vahşi kapitalist yönetmeni, kapitalizmin insanı nasıl sömürdüğünden dem vurur, ama kendi setinde emek sömürüsünün daniskasını yapar. Erdemli olduğunu ispat etmek istediğinde hep eski solculuğunu gündeme getirir. Ne ki tecrübeyle sabittir: Eski solcudan daha iyi kapitalist olmaktadır, sistemin nasıl kullanılabileceğini bilmektedir çünkü.
Dizi ve film setlerinde karın tokluğuna çalıştırılan, iş kolu olarak bile tanımlanamayan, sendikasız, iş güvencesiz hayatını idame ettirmeye çalışanların yaşamı “film icabı” değildir. Bir mesele sinemamızda yoksa, düşünce hayatımızda da, toplumsal hayatımızda da yoktur. Beyaz perdeye yansıttığı düşünce sistemini kendi setinde dahi uygulayamayan “yaşam tarzı solcuları”nın filmlerindeki meseleler de bu samimiyetsizlik nedeniyle seyirciye geçmemektedir.
“Sizi iş güç sahibi yapacağım” diye para topladığı köylüleri Almanya diye İstanbul’a getiren Banker Mahmut, sonra “nomıssız Bilo”ya toslamaktadır. “Mutlu son”da, ezilen sınıf uyanır, ekran sömüren için kararır.