Bu konuda önceki yazımın başlığı, “İki Askeri Darbe, İki Başbakan” başlığını taşıyordu.
Söz konusu ettiğim darbeler, 1960 ve 1971’de gerçekleşmişti.
Gerçi bazıları, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının “muhtıra” adı verilen bildirilerinin teknik olarak darbe sayılamayacağını iddia ediyordu.
Lakin, yayınlandığı gün hükümeti deviren bu muhtıra, o dönemde yaşananlar ve yapılanlar, idamlar, işkenceler, hukuksuz tutuklama ve mahkûm etmeler açısından bal gibi darbeydi.
Ülkenin bağımsızlığını ve geleceğini düşünmekten, bu konularda kitaplar, makaleler yazmış olan en dürüst, düzgün karakterleri, bilim insanları, yazarlar, çizerler hapishanelere doldurulmuşlar, kamuoyu nezdinde yanıt hakkı verilmeden hakarete uğramışlar, “kayıtsız şartsız ülkenin aleyhine işler yapan” kötü adamlar tarafından hedef gösterilmişlerdi.
İşçilere daha 10 yıl önce tanınmış sendikal haklarını kuşa çevirmeye çalışan sermaye yanlısı iktidarlara karşı direniş yapan, ülke tarihinin o zamana kadarki en büyük işçi eylemini örgütleyen sendikacılar, işçiler işkencelerden geçirilmişti.
Türkiye’yi bir işgal gücü gibi ziyaret etmeye kalkış İstanbul boğazına demirleyen Amerikan 6. Filosunun, Yüksek Kaldırım sokağına “kadın” bulmaya çıkan askerlerine karşı koyan, bu ülkenin müstemleke olmadığını savunan üniversite gençliği şiddetle cezalandırılmıştı.
Darbeydi 12 Mart.. Başlangıçta “reformcu” görünmesine, hatta ilk kabinesine böyle görünen bakanlar almasına rağmen, darbenin dik alasıydı.
Zaten 11 bakan, 7-8 ay sonra “bu faşizmdir” deyip hükümetten istifa edecekler, yönetimin gerçek sahibi olan Genelkurmay ve kuvvet komutanları ile sıkıyönetim komutanları tam gaz faşizmlerine devam edeceklerdi.
Yaptıklarının bedelini de hiç ödemeden, hatta bazıları cumhurbaşkanı adayı, milletvekili, bakan yapılarak ödüllendirileceklerdi.
* * *
Aslına bakarsanız, 1960 ve 1971’de iki “başarıya ulaşmış!” askeri darbe yapılmıştı ama, 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963 ve 8 Mart 1971’de girişim düzeyinde kalan üç darbeden daha söz edilebilirdi.
Hatta, bütün bunlardan önce, 27 Mayıs’ı yapan Milli Birlik Komitesi içinde gruplaşma olmuş, bu gruplaşmada ağır basan taraf MBK üyesi 14 subayı tasfiye ederek yurt dışı görevler adı altında sürgüne göndermişti.
Bu subayların arasında, 27 Mayıs ihtilal bildirisini radyoda okuyarak darbeyi dünyaya duyuran Albay Alparslan Türkeş de bulunuyordu.
Milli Birlik Komitesi içinde bir tarafın ağır bastığı bu hesaplaşma, bakış açısına göre tasfiye edenler bakımından darbe, tasfiyeye uğrayanlar bakımından başarısız oldukları darbe girişimi sayılabilirdi.
Zira, 14 subayın tümünün evleri kuşatılarak yurt dışı göreve gönderilme dışında dışarı çıkmaları yasaklanmıştı.
Bu arada bazı MGK üyeleri tarafından kurşuna dizilmeleri bile istenmiş, ancak Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel, kendilerini kısa sürede yurt dışına gönderterek hayatlarını kurtarmıştı.
Aynı İrfan Tansel, Albay Talat Aydemir’in Harbiyelilerle yaptığı iki darbe girişiminde de Başbakan İsmet İnönü’nün yanında yer alarak başarıya ulaşmalarını engellemişti.
İlk girişiminde teslim olması karşılığında bağışlanan Albay Talat Aydemir, ikinci girişiminde, arkadaşı süvari Binbaşı Fethi Gürcan ile birlikte idama mahkûm edilerek bu hükümler infaz edilmişti.
9 Mart 1971’de Doğan Avcıoğlu ve sol Kemalist diye nitelenen bazı sivil aydınların da desteklediği ileri sürülen bir darbe hazırlığı yapılmıştı.
Bu darbenin komutanları, planlara göre, Kara kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ile Hava kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur olacaktı.
Ancak Orgeneral Faruk Gürler, bir iddiaya göre “ikna edilerek”, kimilerine göre de “vicdanının sesine uyarak” bu darbe girişiminde saf değiştirip sol görünümlü bir darbeye karşı oldukları bilinen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç’ın yanına geçmişti.
O tarafta yalnız kalan Muhsin Batur’un da yapacağı bir şey kalmamıştı.
Yalnız bu kez, etkilerini sürdürdükleri emirlerindeki birlikler göz önüne alınarak girişimci komutanların tasfiyesi yoluna gidilmemiş, tam tersine 12 Mart 1971 günü onların imzaları da alınarak muhtıra yayınlanmıştı.
Muhtıra, ilk bakışta sanki 9 Martçıları da tatmin etmek ister bir havada, “anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmediğinden” söz ediyordu.
Aslında komik bir durum vardı!
Parlamento ve hükümetin ülkeyi kardeş kavgası ve huzursuzluğun içine ittiği belirtilen muhtıranın ikinci maddesinin son satırında,
“Kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.” deniyordu.
Yalnız, bu koşullarda teşkili zaruri görülen hükümetin kurulmasının önünde ufacık bir engel vardı.
Her ne kadar ağır biçimde suçlansa da, “demokratik kurallar içinde kurulmuş, Parlamento’dan güven oyu almış bir hükümet henüz görev başındaydı.
Ancak, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da eski bir Genelkurmay başkanı olarak, bırakın karşı çıkmayı, muhtıracıların yanında bile değil, içinde idi.
Zaten, 12 Mart döneminin asıl yönetimi, bir süre sonra “Sunay-Tağmaç- Gürler cuntası” olarak anılacaklardı.
Başbakan Süleyman Demirel görevinden bu davranışı kınayan ama çok da yankısı olmayan sözler söyleyip istifa etti.
Kaderin cilvesine bakın ki, Demirel’in açık tehdit ve şantajla görevinden uzaklaştırıldığı ortamda, Meclis ve Senato’da “salt çoğunluğa” sahip olan partisinin ağırlıklı olduğu Parlamento, darbe başbakanı Nihat Erim’e güven oyu verdi.
Bu arada ana muhalefet CHP’nin lideri İsmet İnönü, ilk anda muhtıraya karşı çıkar gibi görünse de, kendi partisinin senatörü olan Nihat Erim’in hükümeti kurmakla görevlendirilmesine ve partisinden güven oyu almasına ses çıkarmadı.
CHP içinde en sert tepki, genel sekreter Bülent Ecevit’ten geldi.
Ecevit, muhtıranın partisi için son yılların açılımı olan ortanın soluna, yani kendilerine karşı verildiğini söyleyerek görevinden istifa etti.
Böylece CHP’de 34 yıldır genel başkanlık görevini sürdüren tarihi kişilik İsmet Paşa’nın bu görevinden ayrılma süreci başlamış oldu.
Öte yandan, kendisine sol diyen pek çok kişi ve kuruluş, 9 Martçıların etkisini kırmak için muhtıraya konulan anayasal reformlar gibi birtakım ilerici görünüşlü sözlere kanarak muhtıracılara desteklerini açıklamışlardı.
Kısa zamanda, Nihat Erim başkanlığında kurulan reformcu hükümetin, aslında Türkiye tarihinin en demokratik anayasası olan 1961 anayasasını kuşa çevirip iğdiş etmek için göreve geldiğini anladıklarında ise çok geçti.
“Kadife eldivenli demir yumruk” tanımıyla kurulan kapkara bir faşizm, çoğunu içeri atmıştı.
Öyle ki, kısa süre sonra, yukarıda da belirttiğimiz gibi, reformcu bir partilerüstü hükümete girdiklerini düşünerek görev kabul eden 11 bakan, “bu yapılanlar faşizmdir” diye ortak bir açıklama yaparak görevlerinden istifa ettiler.
Aslında bu yazdıklarım, bir şekilde kamuoyuna yansıyıp herkes tarafından öğrenilen, gazetelere, kitaplara, belgesellere konu olan gelişmelerdi.
Belki de bilmediğimiz bir sürü şeyler de olmuştu!
Öte yandan, daha sonra bir sürü tuhaflıklar yaşandı.
Bir iki yıl sonra Genelkurmay başkanlığına yükselen muhtıranın Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, 1973’de görev süresi biten Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın yerine cumhurbaşkanı olmak istedi.
Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, onun seçilmesi için parlamento üzerinde jet uçakları uçurdu.
Ancak, Gürler, Demirel’in manevraları sonucu seçilemedi.
Kısa süre sonra da öldü.
Muhtırayla Demirel hükümeti devrildiğinde görev başında olan üst düzey komutanlardan bazıları, örneğin işkenceci olarak bilinen 1. Ordu ve İstanbul sıkıyönetim komutanı Orgeneral Faik Türün, Demirel’in Adalet Partisi saflarına katılıp “demokrat” milletvekilleri oldular!
Oysa, tümünün hesabını vermeleri gereken pek çok yasadışı tutuklamalar. İşkenceler, cinayetler, baskı ve zulümler vardı,
O dönemin Eskişehir’deki 1.Hava Kuvvet komutanı Korgeneral İrfan Özaydınlı da, CHP saflarına katılıp milletvekili oldu.
Kendisi, Eskişehir sıkıyönetim komutanlığı sırasında, çocukların hava kararınca sokaklarda oyun oynayıp gürültü yapmalarını ve oynayanların bileğini şişiriyor diye laklak oyununu yasaklamıştı!
1972’de CHP genel başkanlığına seçilen Bülent Ecevit, İrfan Özaydınlı’yı 1977’de genel merkez kontenjanından Eskişehir milletvekili yapmak istedi.
Bu durum, Eskişehir CHP örgütü ve yerel kamuoyunda ciddi tepki yaratınca, Özaydınlı’nın adaylığı Balıkesir’e kaydırıldı.
Kendisi seçildi ve 1978’de kurulan Ecevit hükümetinde İçişleri bakanı oldu.
Bakanlığı, aynı yıl yaz aylarında Kahramanmaraş’ta meydana gelen bazı “vahim” olayların tamamen bastırıldığını açıklamasının hemen ardından, vaziyetin Sünni-Alevi düşmanlığının kışkırtılıp yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği bir katliama dönüşünceye kadar sürdü.
İçişleri Bakanı Emekli orgeneral İrfan Özaydınlı, Kahramanmaraş olayları yüzünden görevinden istifa etti
Muhtırayı imzalayanlardan Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ise, CHP tarafından 1980 yılında parlamentoda Cumhurbaşkanı adayı gösterildi.
Ancak bir ara gerekli oyu sağlamaya çok yaklaşsa da seçilemedi.
Adalet Partisi cumhurbaşkanı adayı Saadettin Bilgiç de gerekli oyun çok altında kaldı.
Sonra, 12 Eylül darbesi yapıldı. Gerekçelerden biri de parlamentonun cumhurbaşkanı seçememesi idi.
(Darbeyle devrilen Başbakan Süleyman Demirel, ana muhalefet lideri Bülent Ecevit aynı askere uçağa bindirilerek Hamzakoy’a sürgüne gönderildiler.
27 Mayıs ihtilalini radyodan anons eden, sonra bir süre sürgüne gönderildikten sonra döndüğünde MHP’nin başına geçen Alparslan Türkeş ile “Millî görüş hareketinin kurucusu” Necmettin Erbakan da darbeciler tarafından Uzunada’ya gönderildi.)
12 Mart muhtırasında reformlar falan yapılmazsa ordunun “idareyi ele almakta kararlı olduğunu” duyuran askerler, 12 Eylül’de açıkladıkları gibi emir komuta zinciri içinde ve emirle, ülke yönetimine bütünüyle el koydular!”
Sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı!