1960 yılı sonrası gazetecilik yaşamımda, hiçbir zaman habere- olaya konu olan kişilere soru sorma konusunda hiç sıkıntı yaşamadım desem yeridir.
Sanırım bizim kuşağın hepsi de aynılarını yaşamıştır ve aynı duygularımı paylaşırlar…
1960 ve 1980 Askeri Darbesi dahil, bütün askeri müdahaleleri yaşayan biriyim.
1960 Darbesi lideri Cemal Gürsel, 1980 darbesini yapan Kenan Evren olmak üzere, rahmetli eski Başbakan Ecevit’ten rahmetli 9 Cumhurbaşkanı Demirel’e kadar hemen her siyasetçiyle ya bire bir ya da basın toplantılarında soru sormaktan kaçınan biri olmadım.
Mesela 27 Mayıs 1960 darbesinin lideri orgeneral Gürsel gazetecilerin bekleştiği Çankaya Köşk’ünün nizamiyesine kadar iner, orada bekleşen gazetecilerle zaman zaman sohbet eder, sorularımıza yanıtlar verirdi.
27 Mayıs 1960 Askeri darbesine karşı, Demokrat Parti ve Başbakan Adnan Menderes’i savunan Son Havadis Gazetesinde çalışırken Akşam Gazetesi’nden bir meslektaşım, bir gün önce Cumhurbaşkanı Orgeneral Gürsel ile kısa bir görüşme yapmış, özel haberi de gazetede yayınlanmıştı.
Biz hemen harekete geçmiştik…
Büro şefim, Gürsel’in bu sözlerinin doğru olabileceğine ihtimal vermediğini aktarıp, Köşk nizamiyesine, yani ana kapıya gidip duruma sahip çıkmamı istedi…
Ben de Köşke yollandım…
Kapıda nöbetçi amir ve diğer görevliler vardı. Henüz benden başka tek bir gazeteci bile gelmemişti.
Beklemeye koyuldum…
Sıkıcı bir gündü ancak bir süre sonra Köşk nöbetçi amirinin telefonu çalınca dikkatimi o yöne verdim. Görüşmesi bitti. Amir pencereden başını uzatıp “Gazeteciler var mı diye soran Cumhurbaşkanımıza bir tek sizin olduğunuzu söyledim. Beş dakika kalmanızı istedi” dedi…
Çok ama çok şaşırmıştım.
Bir süre sonra yaveriyle birlikte Gürsel’in geldiğini görünce hem heyecan bastı ve hem de çok şaşırdım.
Kim şaşırmaz ki?
Selamlaştık tabii sonra “Hadi seninle biraz yürüyelim” dedi…
Yaverleri ve görevlilere “Siz rahat olun çocuklar” diye uyarınca aramızdaki mesafe açıldı…
Önce hangi gazetede çalıştığımı sordu.
Son Havadis deyince, bir “hımmm” çekti, sonra güldü.
Nereli olduğumu, okuyup okumadığımı, mesleğimden memnun olup olmadığımı sordu…
Dışişleri Bakanlığı konutunun önünden, Ankara’yı tepeden gören İngiliz Büyükelçiliğinin yakınındaki parkın önünde durdu…
“Sor bakalım neyi sormak istiyorsan” dedi…
Şaşırdım desem yeridir.
Bir gün önce Akşam Gazetesi muhabirine verdiği demeci ve bu konudaki görüşlerini sordum önce:
“Anladım” dedi ve devam etti:
“Arkadaşınız oldukça akıllı biri… İyi sorular sordu. Ama gazetesinde yer alan büyük punto başlıklar rahatsız edici geldi bana. Benim maksadımı aşmış intibaı vermiş… Ama gazetecisiniz sizler. Fazla üstünüze gitmemek lazım.”
Çok samimiydi…
Çok yapıcı davranmıştı.
Ne meslektaşımı incitecek bir söz sarf etmiş, ne de bana ters bir yanıt vermiş değildi…
Ben de gazetemin savunduğu fikirlere paralel sorular sordum. Hiç rahatsız olmadan, kısa ve öz yanıtlar vermekten kaçınmadı.
Sonra da “başarılar” diledi ve ayrıldık.
Ne sorduğum sorulardan rahatsız olmuştu ve ne de kızmış gibi bir davranışın işaretlerini vermişti.
Zaten her zaman “tonton” halini sergilemekten hiç geri kalmamıştı görev yaptığı süre içinde…
(Devam edecek)