-Ne işleri varmış orada?
Bir işi, bir menfaati olmadan hiçbir ortamda bulunmamış, hiç kimseyle arkadaşlık kurmamış, bir eylem alanında hiç tanımadığı bir dost elinin sıcaklığını hissetmemiş, ruhsuz, duygusuz, sadece temel ihtiyaçlarına bağımlı, gittikçe vahşileştiğinden vahşetten haz alan bir kitlenin mensupları, 97 kişinin öldüğü, ülkesinin başkentinin göbeğinde gerçekleşmiş olan patlamadan sonra bu soruyu sordu. “Orada” olmanın bir suç olduğu, ülke nüfusunun yarısının birer canlı bomba gibi kalabalıklar arasında gezip kimseyle göz göze gelmeden hayalet gibi yaşayıp gittiği, emir gelince de pimi çektiği bir meydandaydık hepimiz. Herkes bir gün 15 dakikalığına da olsa canlı bomba mı olacaktı? Yerden kalktığımızda yokladık kendimizi, sorduk, “herkes iyi mi?” Sağ kalmaktan utandık. Evlerinde zorla tutulanlar gipürlü perdeyi kefen yaparken, barış yazılı pankartlar sedyesi oldu gencecik fidanların. Bir ömür değil, bir toplum gençliğinden vuruldu.
Babasıyla eyleme gelen, eylem alanındaki rengârenk pankartların altında ne olup bittiğini anlamaya çalışan 9 yaşında koca yeşil gözlü bir çocuk o eylemde kardeşlikle değil ölümle tanıştı. Geriye bıraktığı bir beyin dolusu kelimeydi bizlere, yazsanız kelimeler batardı gözünüze okurken. Yazmasanız zihniniz uyutmazdı geceleri. Barış, dokuz yaşında bir çocuktu, elinden tutulduğunda size bütün oyuncaklarını verirdi. Çağırdığınızda gelirdi sizinle oynamaya, işbirlikçiydi. Dünyayı değiştirmek çocuk oyuncağıydı barışa sorsanız.
Yumruğunu nasıl havaya kaldıracağını bilemeyen bir anneydi barış. Evladını belki de ilk kez şehir dışına göndermiş, barışı getirsinler diye dualarla yolcu etmiş, bir gün sonra cenazesini teslim almıştı. “Yumruğunu havaya kaldır” demişlerdi belki de. Mecali de yoktu kolunu kaldırmaya, nasıl yapılacağını da bilmiyordu. Kimseye sıkmamıştı yumruğunu şimdiye kadar. Evladını gömdü avucunun içine.
Ankara garından hızlı trenler kalkıyordu Eskişehir’e, Konya’ya. 1,5 saatte varılıyordu 3 saatlik mesafeye, ne gam. O kadar konforluydu ki trenler, şairin dediği gibi hayal bile kuramıyordu neredeyse memleketin yüzde ellisi. Birileri inatla konuştukça birileri inatla susuyordu. Çocuklarımızı bombaların sesi değil, koca bir kitlenin sessizliği öldürdü. Ankara garından kalkan hızlı tren bizi hiçbir yere götürmüyor artık.
Her gün altı saat kitap okuyan Mehmet Barlas, “Ortadoğu’da her gün oluyor bunlar canım efendim, biz de Ortadoğu ülkesiyiz” dedi sırıtarak. Kendi vasatlıklarını meşru kılmanın tek yolu memleketin bir Ortadoğu ülkesi olmasıydı. Avşar kızı, sarayda ağırlanma ve değerli fikirlerine başvurulma vakti gelmişti ki bağırdı köşesinden, “biri bizi kurtarsın”. “O şimdi asker canı neler ister” şarkısıyla ünlenmiş saray şarkıcısı da “bütün doğu bombalanmalı” buyurdu. Bir kitle, çocuklar öldükçe kıtlıktan ağızlarının suyu akarak bağıran bir erkek kitle gibi bağırdı: aç aç aç, öldür öldür öldür.
Var oluşumuzu gerçekleştiremediğimiz ülkede eli kanlı maşalara kimlik verilirken kimliğimizi cesedimizden bile tespit edemiyorlar artık. Yanıyor mu yüreğiniz, bırakın yansın. İlk anın sıcaklığında kalsın her şey. Bu acı soğumasın. Yüreğinizde yanan o 97 mumun hiçbiri sönmesin. Kavrulsun ciğerlerimiz o ilk patlama anındaki gibi. Ağlayalım gözlerimiz patlayana kadar, hüznümüz isyan olsun. Henüz elveda demedik. Barış, elinden tutulsun diye eşikte oturmuş bekleyen masum bir çocuk. “Haydi!” desek koşarak gelecek.