12 Eylül muhtırasından önce 1980 başında ordu o zamanki
cumhurbaşkanı Korutürk’e bir mektup göndermişti. Uyarılarla
dolu. Korutürk’ün süresi doldu. Anayasa gereği Senato başkanı
olarak ben vekalet etmeye başladım cumhurbaşkanlığına. Başbakan
Demirel’e söyledim: “Hepsini görevden alabiliriz. Getir kararnameyi,
hemen imzalayayım” Getirmedi.
Ali TARTANOĞLU
SUNUŞ
Üstümüzden önce Süleyman Demirel tankı, sonra 12 Eylül tankı geçtikten, devletten atılıp biraz özel sektör denemeye kalkıştıktan sonra, tam “çalışacak sektör kalmadı. Ne yapacağız” diye düşünürken, gazeteciliğe başımı uzatmışım. Yıl ’86 veya ’87… O sırada Kemal Ilıcak’ın Tercüman’dayım. Benim mi aklıma geldi, görev olarak mı verildi hatırlayamıyorum, Süleyman Demirel hükümetlerinin demirbaş “hariciye nazırı”, Adalet Partisi’nin “ak saçlı”larından, “akillerinden” İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşeceğim.
Çağlayangil, belli ki Demirel’in de çok takdir edip saygı duyduklarındandı. “Siyasetçi”likten çok “devlet adamlığı” yakıştırılırdı ona. Önce çalışma bakanı olmuştu ama kamuoyu onu hep dışişleri bakanı olarak tanıdı, bildi. Aslında “görülmemiş” denilebilecek çocuksu, muzip, zeki açık sözlülüğüyle, doğallığıyla, sadeliğiyle alışılmadık bir siyasetçiydi. Ama efendiliği, nezaketi, bilgeliği, nüktedanlığı, hoşgörüsü ile o bir “doğuştan diplomattı” sanki.
Oysa değildi. Tam tersine dışişleri, diplomasi meslek olarak hiç düşünmediği bir alandı muhtemelen. Çünkü o aslında köken itibariyle hukuk mezunu bir “iç idareci”ydi.
1908 doğumlu Çağlayangil, İstanbul Hukuk 1932 mezunuydu. Ama nedense yargıyı tercih etmemişti. Önce Emniyet teşkilatında başladı çalışmaya. Polis Okulu ve Polis Enstitüsünde öğretim üyesi oldu. Malatya Emniyet Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdür yardımcılığı yaptı. Ama bundan sonrasını o belirleyemedi; 1945’te birden kendisini Bitlis-Ahlat kaymakamı olarak buldu. Sonra sırasıyla Antalya, Yozgat, Sivas ve 1954’ten 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar Bursa valisi idi.
Bu arada, yani kaymakamlık ve valiliği sırasında Avrupa ülkeleri ve Amerika’da birçok toplantıya katıldı, heyet başkanı olarak Türkiye’yi temsil etti; dış ülkelerde birçok konuda araştırmalarda bulundu. Yani bir “iç idareci”ydi, diplomasi meslek olarak düşünmediği bir alandı muhtemelen dedik ama, tamamen de yabancısı değildi. Çünkü birkaç yabancı dili çok iyi biliyordu o yılların koşullarında
1955’te DP-Menderes döneminde kurulan 6 (altı) “Maarif Koleji”nin adlarını ve özünü, Ecevit’in “maarif vekili”, CHP Genel Sekreterliği de yapmış “köy çocuğu” Mustafa Üstündağ, 1974’teki bakanlığı döneminde, bu tür okullardan Anadolu’daki tüm halk çocuklarının yararlanması iyi niyetiyle de olsa “Anadolu Lisesi” yaparak ve yaygınlaştırarak son derece hüzün verici bir eğitim faciasına yol açtı. 2005’te konuyla ilgili bir kitap çalışmam sırasında(*), doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı kaynaklarından, o tarih itibariyle ülkede 552 Anadolu lisesi olduğunu şaşkınlıkla saptamıştım. En ücra ilçelerde, 2005’te bile Anadolu lisesi vardı. Bugün Türkiye’deki neredeyse bütün liseler Anadolu Lisesi… İmam hatipler bile!.. Namaz sureleri İngilizce okunacağından değil; yabancı dil bilen imam hatip mezunlarının, o pek özlenen mutasavver Türkiye İslam Cumhuriyeti’nin yetişmiş elemanları olacağı sanıldığı için!..
Bugün “mebzul miktardaki” Anadolu lisesi mezunları da Anadolu imam hatip mezunları da, “this is a book”, “Marry shouted: help, help!” ötesinde doğru dürüst İngilizce bilmiyor. Ama Arapça’nın koleji olduğu sanılabilecek, beklenebilecek imam hatip mezunları, ayrıca doğru dürüst Arapça da bilmiyor. Bunun en muhteşem örneği bizzat AKP umum müdürü!!!
Çağlayangil ise eski “maarif kolejleri” ayarında yabancı dilde eğitim veren, kökü Osmanlıya dayalı (kuruluşu 1884) İstanbul Erkek Lisesinden mezun. Başlangıçta eğitim Fransızca… Sonra Almanca olmuş, halen böyle. Bu iki dile zaten gayet aşina olan Çağlayangil, İngilizce ve Rusçayı da bunlara eklemişti.
Demirel’in Cağlayangil’i “daimi dışişleri bakanı” olarak düşünmesi, kuvvetle muhtemel ki bu yabancı dil hakimiyeti ve kaymakamlık-valilik dönemlerindeki uluslararası deneyimlerinden kaynaklanıyor. Emniyet müdürlüğü, valilik deneyimine sahip en az iki dili çok iyi bilen bir dışişleri bakanı… O dönemde mülki idare ve emniyet amirlerinin yabancı dil bilmesi tamamen tesadüf idi.
27 Mayıs, kaçınılmaz olarak Çağlayangil’i de bulmuş ve altı ay kadar tutuklu kalmış. Sonra siyaset… 1961 seçimlerinde Bursa senatörü olarak meclise girmiş; Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında kurulan koalisyonda çalışma bakanı olmuş. Sonrasında, Süleyman Demirel başkanlığındaki her hükümette dışişleri bakanı… Çünkü yukarıdaki özelliklerine ek olarak, kompleksiz kişiliği, bilmediği konularda dışişleri kadrosuna sonsuz güveniyle tarihe geçti.
1979 Ekim’inde yapılan senato ara seçiminde, Adalet Partisi çoğunluğu alınca Senato Başkanı seçildi. Dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi 1980 Nisan’ında dolunca, o günkü Anayasa gereğince Senato başkanı olarak vekaleten cumhurbaşkanlığını üstlendi. Bu görev 12 Eylül 1980 darbesine kadar sürdü.
1983’te kuruluşuna katıldığı Büyük Türkiye Partisi askeri cunta tarafından kapatıldı, Çağlayangil de Demirel’le birlikte hem tutuklandı hem de siyaset yapması (5 yıl) yasaklandı. Yasak, 6 Eylül 1987 halk oylamasıyla kalktı. Çağlayangil de Doğru Yol Partisi’ne katıldı.
1990’da siyasi hayattan çekilen Çağlayangil 1993’te aramızdan ayrıldı.
Kısaca İhsan Sabri Bey, bizim kuşak gazeteciler açısından önemli, saygı değer, çok şey öğrenilecek bir devlet adamıydı.
Çağlayangil ile 1987’nin bir bahar ayında ya da yaz başlangıcında görüştüğümü sanıyorum. Siyasi yasaklar 1987’nin Eylül’ünde kaldırılmış.
Şimdi daha iyi anlıyorum, 79 yaşında en az üç saat, neredeyse sular seller gibi konuşmuş, anlatmış İhsan Sabri Bey’in tam kapıda vedalaşırken neden “sakın yazma. Off the record (kayıt dışı)” dediğini. 4-5 ay sonra kalkacak olsa bile siyaset yasağı hala sürüyordu. O yaşta, onca deneyim, makam sahibi bir insanın yeniden ceza, hapis yaşamaktan kaçınmasından doğal ne olabilir!?..
Ancak…
Ben son derece kırılmış, üzülmüş, düş kırıklığına uğramıştım. Küsmüştüm adeta. Çünkü henüz 34 yaşımdaydım; görüşmeye, her gazetecinin çok iyi anlayacağı üzere, “manşet olmak” umuduyla gitmiştim. Çağlayangil’in anlattıkları ise bu umudu çok artırmıştı Ama amiyane tabirle “son dakikada gol” yemiştim.
E, meslek ahlakına saygılı gazeteciyiz ya, yazmadık!!!
O kadar küsmüştüm ki, belki gençliğin de etkisiyle, “gün olur devran döner” diye de düşünmemiş, hızla not alırken kısalttığım, hafızama güvenerek atladığım notlarımı gözden geçirip, en başta sorularımı hatırlayıp gazeteye dönünce veya evde kaydetmemiştim. Bir gençlik küskünlüğü de olsa şimdi kendime çok kızıyorum.
Aradan 32-33 yıl geçtikten sonra, hatırlayamadığım pek çok şey için okurdan özür diliyorum; çünkü bu benim kabahatim. Gazetecilikte böyle duygusallık olmaz!!! Ağlayarak ya da gülerek, ne yapıp edip her şeyi, sanki yarın (veya günümüz teknolojisinde beş dakika sonra) yayına girecekmiş gibi kayda geçirmek gerek. Ben bunu yapmadım. Oysa gazetecilikte mesleğe, ideale, yazmaya küsülmez!
Çağlayangil’in de o sırada zaten anılarını yazmaya başladığını Tanju Cılızoğlu’nun Çağlayangil’in Anıları‘ndan, 32 yıl sonra, birkaç ay önce, 66 yaşımda öğrendim. Benden kısa bir süre sonra Cılızoğlu’na, kendi yazdığı anıları eşliğinde mülakat da vermiş. Uzunca sürmüş bu görüşmeler.
Şimdi, bu vahim kusurları hoş görmesi dileğiyle ve eksikleri, hafızamı mümkün mertebe toparlayıp telafi etmeye çalışarak o görüşmeyi okura sunuyorum.
—————————————-
Soru: …… (Hatırlamıyorum)
İ. S. Ç: (2. D. S.’ndan sonra) Ege’deki durum düzenlenirken (Batılı güçler) “Ege’yi ikiye bölelim; yarısını Türkiye, yarısını Yunanistan kontrol etsin” dedi. O zaman … bunun için gerekli teşkilat bir hayli masrafı gerektiriyor. Siyasi konjonktürde Türk-Yunan dostluğu ileri safhada. Sorun yok. İyi geçiniyoruz. … Kendisi (Batılı güçler) kontrol ederse zaman alacak. Yunanistan ” ben yapamam” demiş… (dedi).Yükü üzerinden atmış Türkiye’ye…
İsmet Paşa munkabız bir politika izliyor. … (Herhalde soran gözlerle yüzüne baktım ki) Sen anlamadın tabi munkabızı. (Gülümseyerek izah ediyor.) Tutan, sıkan… Tutulmuş, sıkılmış… Hani kabız oluyoruz ya… Atak değil… Hayatı müddetince statükocu olmuş. Mevcut düzen bozulmasın istiyor? (Bu noktaya, Cılızoğlu’nun kitabında da “munkabız” kelimesini kullanmadan değiniyor. Atatürk’e göre “ikinci adam” İnönü devrimci olmasa bile, Atatürk’ün devrimlerine, en azından O’nun sağlığında bizzat hizmet etmiş. Sosyalist olmadığı kesin… Ama bir “sağcı” da değil. Çağlayangil ise medeni, modern, aydın hatta önemli ölçüde Atatürkçü olsa, Cumhuriyete, devrimlere saygılı da olsa özünde sağcı. Ama İsmet Paşa’yı tutuk, munkabız, statükocu, atak değil” diye tanımlıyor, eleştiriyor. İsmet Paşa mı sağcı, İSÇ mi devrimci, insan şaşırıyor. a.t.)
Bu ihtiyat, türlü badireler içinden süzülüp gelmekten gelir. Vatan kurtarmak… Problem bu… (Çağlayangil burada yiğidin hakkını yiğide vermeye çalışıyor, hatta veriyor. İsmet Paşa’nın ve onun kuşağın niye atak olmadığını anlamış, çok iyi biliyor: Türlü badireler… Vatan kurtarmak… Doğru… Atatürk-İnönü, misak-ı milli sınırları içindeki Anadolu’yu kurtardıklarına bile şükreden kuşağa mensup. Misak-ı milli içinde Ege adaları yoktu; ama Musul ve Hatay vardı. Hatay’ı kurtardılar; Musul için de ellerinden geleni yaptılar. Onlar direnmeseydi Anadolu bile kalmayacaktı. Bu bilinçle, fazlasında hiç gözleri yok. Türklere yetecek bir “yurt” olsun yeter onlara göre. Çağlayangil bunu kavraMAmış değil. Ama galiba o sağcı yayılmacılık alışkanlığı, hatta genetiği yüzünden İnönü’yü “statükocuydu, atak değildi” diye eleştiriyor. Oysa statükoculuk solun sağa eleştirisiydi. Bugün “Suriye’den elimizi ayağımızı tamamen çekelim” diyen Trump’a karşı çıkan Amerikan siyasetçileri ile bir farkları yok. “Emperyalist” mantıkla olmasa bile Süleyman Demirel’in “Adriyatik’ten Çin Denizine Türk Dünyası” sloganı bizim kuşağın hafızasında; olmayanlar için de resmi kayıtlar dahil kütüphanelerdeki gazete koleksiyonlarında duruyor. AKP döneminde, özellikle Davutoğlu politikaları da Stratejik Derinlik, “büyük güce dayanarak güç yansıtmak”, böylece Osmanlı’yı eski hinterlandında en azından siyasi nüfuz anlamında yeniden canlandırmak mantığıyla bu yayılmacı anlayış devam etti, hatta bütün kırılmalara, kendileri açısından bütün düş kırıklıklarına rağmen hala devam ediyor. Çağlayangil’in İnönü değerlendirmelerini başka türlü değerlendirmek çok zor. Nitekim Çağlayangil şöyle devam ediyor: a.t. )
Başımıza gelen şeylerin en mühimleri, bu tutuk siyaset yüzündendir.
(A. T.: Çok tutarsız… Bir yandan “Bu ihtiyat, türlü badireler içinden süzülüp gelir. Vatan kurtarmak… Problem bu…” diyor; öte yandan o ihtiyata baya ciddi yükleniyor. O “badirelerin” ne olduğunu 1908 doğumlu bir Osmanlı vatandaşı olarak çok iyi biliyordu! Ya da “yoksa” bilmiyor muydu?!)
İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya ve İtalya mağlup oldu. (Savaş sırasında) 12 Adayı Almanlar işgal etmişti. Harbin akıbeti belli olunca Almanlar 12 Ada’dan çekilmek istedi. “Biz gideceğiz. Buralar otoritesiz kalacak. Siz varsınız. Hak iddia etmeden işgal edin” dediler bize! İsmet Paşa reddetti.
Harp bitti. Paris Konferansı toplandı. Cemiyeti Akvam (Bugünkü Birleşmiş Milletler… a.t.) Genel Sekreteri diyor ki, “Adaların kaderi tartışılacak. Yunanistan üzerinden iddia doğru olmaz. Bir kısmı Yunanistan’a ait olsun.”
(Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri) Cevat Açıkalın: “Teşekkür ederim. Danışayım” diyor. Ne cevap verdiklerine dair belge bulamadım.
İngiliz Sefareti “Müşahit olarak gelin” diyor. Yine cevap yok.
1950’de Demokrat Parti iktidara geldikten sonra, Cumhurbaşkanı olarak İsmet Paşanın koltuğuna oturan Celal Bayar; masadaki sümenin boşluğunda bir kağıt bulur. Paris Konferansına davet mektubudur bu. Altına İsmet Paşa’nın imzasıyla şu not düşülmüştür: “Misak-ı milli dışındadır. Bizi ilgilendirmez.”
Oysa hakimiyet Adalarda başka, Anadolu’da başka olmamış hiçbir zaman. Tarih boyunca… Hep Anadolu’dakinin aynı… Başka yerde olur. Ama böyle arada sadece 1 mil, 2 mil varken olmaz farklı hakimiyet. Türkiye katılmadığı halde, gıyabında, Paris Konferansı bile silahlandırma öngörmüş. Limni’deki mi daha kolay gelir, … Karşı taraf için de savunma imkanı…
Türkiye fırsatları iyi kullanamamıştır.
Türkiye’nin II. D. S.’na girmemesi İnönü’nün bir başarısı deniyor. Girmemekle iyi mi ettik kötü mü? Tartışılır. Girseydi de Adalar …(biz de kalsaydı…) (Paris) Konferansa gitseydi… Almanlar “işgal edin” diyince etseydik…
Rodos’a tatil’e gidiyoruz… Hala mektuplaşırız. Bugün dahi hala Türk aileleri var.
Zeki Çelikkol’un Rodos’la ilgili eseri var: “Rodos’taki Türk Eserleri ve Tarihçe”
(Görüldüğü üzere Çağlayangil, görüşmemizin neredeyse üçte ikisinde İnönü’nün, o dönemin CHP dış politikasının kibarca ama epey ağır “tutukluk, statükoculuk” eleştirisini yapmış. Yani savaşarak alın değil ama sanki “hazır elinize fırsat geçmişken oraları, buraları niye alıvermedeniz” demek istiyor sanki. Doğrudur; Yunanistan, Osmanlıdan ilk kopup bağımsız olduğu 1829’da Mora yarımadasından ibaretti, sonra Edirne’ye, Girit’e, Rodos’a, Meis’e kadar genişlemesini savaşarak değil, böyle, fırsatları değerlendirerek sağladı, denir. Ve biz bunu kendi penceremizden kınarız, ayıplarız. Doğrudur, Almanlar “hak iddia etmeden işgal edin” diye gümüş tepside sundukları zaman, yani kurşun atmadan, kimsenin burnu kanamadan adalar işgal edilseydi, belki sakin sakin “Türkiye” olacaktı. FIR hattı, kıta sahanlığı, hava sahası, kara suları, 3 mil, 6 mil, 12 mil, it dalaşları sorunları belki olmayacaktı.
Olmayacak mıydı sahiden? Pek de dürüst olmayan yöntemlerle genişlerken Yunanistan’a “emperyalist yayılmacı, saldırgan demeyen “düvel-i muazzama”, adalar dolayısıyle bizi böyle rahat bırakacak mıydı, bırakır mıydı? Nitekim Almanya da “hak iddia etmeden işgal edin” demiyor mu? Ne demek “hak iddia etmeden”? Son derece eğreti, güvencesiz bir durum demek… Kurtuluş Savaşından, Lozan’dan sonra Musul’u İngiliz oyunu ve Cemiyeti Akvam kararıyla kaybetmedik mi? Kıbrıs’ta son derece haklı 1974 müdahalesi hala işgal olarak nitelenmiyor mu? Bugünkü Suriye politikasında da gelip dayandığımız yer “işgalci, etnik temizlikçi, savaş suçlusu, işgalci Türkiye!..” noktası değil mi? Doğrusu ben Atatürk-İnönü kuşağının “munkabızlığına” hak veriyorum. Güney sınırımızın delik deşik olduğu bu noktada “misak-ı milli” sınırlarını koruyup, ne tel örgülerin öte tarafından ne Esenboğa’da devlet töreniyle karşılayarak hiçbir güce deldirtmemek, bu güce sahip olmak bize yetmeli!)
Soru: … (Hatırlamıyorum)
İ. S. Ç:FIR(*) hattı hükümranlık ifade etmez… Türkiye, yarı yarıya yapılsın demiş. (Yani Ege hava sahasının yarısı Türkiye’nin yarısı Yunanistan’ın kontrolünde kalsın… a.t.)
Sonra bu Yunanistan’ın hükümranlık hakkı haline geldi. Bir müktesep hak saydılar. Dahası var. Daimi ihtilaf konusu haline geldi.
3 bin küsur ada var. Hepsi Yunanistan’a ait… Yunanistan bir arşipel (adalar) devleti olma iddiasına sahip. Adalara da karasuları hakkı verirseniz, Türkler denize pasaportla girer. Deniz hukuku o zaman henüz teessüs etmemiş. Ege’de başka sahildar yok. Coğrafi vaziyet çok girift… Bunu bildiğim için 1967’de Yunanlara(?) dedim ki: Uzlaşmamız lazım. Deniz hukuku yeni bir ilim. Deniz dibi var, deniz altı var. 6 metrede batık gemi var, mineral var. Çok girift. Anlaşma yapalım. Ege ortak bir deniz… Türkiye ve Yunanistan Ege’de işletme ve araştırma serbestisine sahip. Ben size haber veririm. Filan yerde petrol var… Masrafı ve üretimi paylaşırız. Zamanın Yunanistan başbakanı Pipinellis’e bizzat söyledim… Bizim tarafta Haydar Saltık (12 Eylül darbe dönemi devlet başkanlığı ve milli güvenlik konseyi genel sekreteri a.t.) katılmıştı.
67’de Dedeağaç’ta başbakanlarla birlikte bir toplantı yaptık. Olmadı.
Demirel dedi ki: “Kıbrıs önemli bir ihtilaf. Emrivakilerden istifade etmeye kalkmamaları lazım. Yoksa boşuna gitmeyin.”
Yunanistan’da Cunta zayıfladıkça Kıbrıs’la oynadı.
67’de Kıbrıs Adakale baskını… 29 şehit… O gece müdahale kararı aldık. Amfibik harekat dedik. Genelkurmay “hazırız” dedi.
Amerikalılar dedi ki: Anladık. Biz olsak biz de sizin gibi yapardık. Ama siz kazanırsanız ne yapacaksınız? Kıbrıs’ı mı alacaksınız?
Biz de dedik ki: Biz bunu ilan ettik. Fesadın kaynağı Grivas. Bunu çıkaracağız. 15 bin Yunan askeri çıkmalı… Makarios 27 bin muhafız yaratmış. Bunu dağıtsın. 2 bin olmalı.
Amerikalılar, “bunlar makuldediler. biz halledelim, ” dediler.
Grivas çıktı. 15 bin Yunan askeri dağıldı. Bizim de 7 bin kişi var. “Olur” dedik. Ama Fazıl Küçük yanaşmadı.
Makarios’a “eşit yapalım” dedik. “Müzakere edelim” dedi. Biz de buna yanaşmadık, vaz geçtik.
Başka gerekçeler de var. Genelkurmay’a sormuştuk. Hazırız demişlerdi. Genelkurmay Başkanı Cemal Tural “Bizde çıkarma gemisi yok” dedi. İstanbul’a talimat verdik. Mavna, araba vapuru, şilep Mersin’e geldi. 100 çıkarma gemisi imali için talimat o gece verildi. 1974 Kıbrıs harekatı bunlarla yapıldı.
Bakanlığa atandıktan 6 hafta sonra Birleşmiş Milletler’e gitmiştim. Bütün dünya bize karşı… 30’a 6…
Birleşmiş Milletler, TÜRK TEZ(ler)İ İÇİN HİÇBİR ZAMAN ELVERİŞLİ BİR ORTAM DEĞİLDİR, OLAMAZ!
***
Yunanistan’da Albaylar Cuntası iktidarı ele geçirdikten sonra (1967-74) vaktiyle bu ülkenin başbakanlığını yapmış, Yunanistan’ın aklı başında, akil devlet adamı ve politikacılarından Panayotis Pipinellis Çağlayangil’i arar. Yunan cuntası, iç ve dış politikada sıkışmaya başlayınca bütün dünyada itibarı olan Pipinellis’in bu itibarından yararlanıp biraz vitrin düzeltmek amacıyla kendisine dışişleri bakanlığı önermiştir. Pipinellis ise Türkiye’den anlayış ve destek garantisi almadan bir askeri yönetimde görev almak, atasözümüzdeki gibi “altın adını pul etmek” istememektedir. Çağlayangil şöyle anlatıyor:
Pipinellis telgraf çekti. Brüksel’de buluşalım, baş başa görüşelim diye. Buluştuk. Şunları söyledi:
“- Ben yaşlıyım. Başbakanlık ettim. Yunanistan demokrasinin beşiği… 6 albayın emrinde dışişleri bakanlığını kabul etmek istemiyorum. Ayıp… Ama teklif ettiler. Çağlayangil’le görüşeyim, ondan sonra cevap veririm dedim. Atatürk’le Venizelos, Çankaya köşkünde görüştüklerinde ben ikinci katiptim. Görüşmenin zaptını ben tuttum. İkisi de dostluğa inanmışlardı. Herkes bunu isterdi. Sonra bu zihniyet değişti. Hariciyelerimiz dahil her yer dostluğa inanmayanlarla dolu. Biz maiyetimizi dostluğa ikna etmedikçe nasıl halledeceğiz ihtilafı? Halledemeyiz. Zihniyetimizi değiştirmeyi öğrenmeye çalışmalıyız.”
Ben de aynı şeyleri söyledim. Kendisine katıldığımı bildirdim.
Pipinellis dedi ki: “Benim şartım: Sizde demokrasi var. Askerler, askerlikten başka şey bilmedikleri zaman elleri öpülesi… Bana sen yardım edeceksin. Sen gerileyeceksin. Ben sana gerile demem. Ama asker gerilemez.”
Bu görüşmeden sonra kabul etti dışişleri bakanlığını Pipinellis…
Biz bu Makarios’la anlaşamayız, dedim.
Pipinellis, “Megali idea… Var olacaktır. Gençliğim… İstanbul… Bırak ben de bunun hayaliyle yaşayan biriyim.”
Bir Yunan ne kadar iyi, Türk’e ne kadar yakın olabilirse o kadar… Makarios’un asıl emeli Yunanistan’la birleşmek…
****
Muharebe kazanabilir, savaş kazanamaz. Bir tokat atayım, bir ısırayım. Sonra bütün konularda masaya oturacak (Yunanistan-Makarios a.t).
Adaları almak isteseydik, alırdık. Almadık. Ama potansiyel olarak bu imkanı bizden alamazlar.
İsmet Paşaya sorulmuş: “Niçin almadınız adaları?” Cevap: “Nüfusun % 8’i Türk… Alırsak nasıl idare edeceğim? Türkiye emperyalist değil ki!..”
Yunanistan’a Ege konusunda büyük rahatlık verdik. (Ama onlar kaşınıyor.)
Amerika Büyükelçisi şöyle demişti: “Atatürk iki büyük hata yaptı” demişti. 1) Musul. Petrol. Türk ekseriyet var. 2) Adaları ise Türk yok diye bırakmış. “Kürtler de ekseriyette. Türk değil. Niye bırakmıyorsunuz?..”
(Ekseriyet “çoğunluk” demek… Türkiye’nin dış politikasını bu naif anlayışla belirlemek büyük hata… Doğru! İdeal, saf, dürüst mantıkla… Ama hayatın gerçek akışında, hele siyaset ve diplomaside ulusal çıkarlar neyi gerektiriyorsa gücünüz oranında, gücünüzü aşıp maceracılığa sapmadan onu yaparsınız. Bu, ideal, saf, dürüst, mantığın inkarı değildir. Siz Adaları, hem de Türk çoğunluk yok diye bırakırsanız, elin oğlu bu akıl almaz tutarsızlığınızı başa kakarcasına hatırlatıp “Güneydoğunuzda da Kürtler ekseriyette. Niye oraları onlara bırakmıyorsunuz” diyiverir!.. Bu noktada sizin artık, ne kadar haklı olursanız olun çoğunluk, nüfus, demografi tartışmanızın anlamı kalmaz. Ege adaları Lozan’da böyle mi bırakıldı? Hiç sanmıyorum. Adalar daha Osmanlı döneminde gözden çıkarılmış, İtalya’ya, Yunanistan’a bırakılmıştı. Daha Birinci Dünya Savaşı sırasında (1914-18)… Dolayısıyla bunda 1923 Atatürk-Cumhuriyet yönetiminin bir suçu yok. Lozan’da emperyalist güçlerin olağanüstü baskılarıyla kabul edilen ise, Osmanlı’nın yediği haltın istemeye istemeye onaylanmasından ibaretti. Oysa Çağlayangil’in sözünü ettiği dönem İkinci Dünya Savaşı, 1945 sonrası… Artık Atatürk yok! “Milli Şef”, “İkinci Adam” İsmet İnönü var! Egemen güçler, yenenler de yenilenler de günün koşulları çerçevesinde, istemeseler de mecburen, Türkiye savaşta resmen taraf olmadığı halde “gel Paris Barış Konferansına katıl, al şu adalar senin olsun” demiş. Biz, bırakın adaları, konferansa “müşahit olarak katılmayı” bile reddetmişiz! Evet, Amerikan büyükelçisinin söylemiyle Atatürk değil, ama Çağlayangil’in söylemiyle İnönü’ye kızmak hakkımız. Adaları bırakan Atatürk değil, İnönü.)
…
Hatalar büyük!.. Neler çektiğimi bir ben bir Allah bilir.
Mübadele anlaşması…
Bat Trakya’da toprağın % 91’den % 38’e inmiş. Valiliğin izni olmadan toprak alamıyorsun. Türk Rum’dan isteyince izin verilmiyor. Ama Rum Türk’ten isteyince çok kolay alabiliyor. Böylece Türklerin ince ince, hatta kabaca mülksüzleştirilmesi çıkıyor ortaya.
10 mil’i ihlal ediyorsun diyor Yunanistan bize. Oysa NATO 10 mil’i tanımıyor.
714 sayılı NOTAM’ın kaldırılmasını doğru bulmuyorum. ABD’nin arzusu ile yapıldı.
***
ABD, (başka ülkelerdeki) emellerini… parlamento çoğunluğunu ve orduları kullanarak gerçekleştirir. Rusya hükümetleri kullanır. Yumuşak karnı Doğu Almanya ve Bulgaristan’da % 100 bağlı hükümetler olmadıkça rahat etmez mesela.
1963’te Moskova’ya gittim. Kruşçev, “Varşova paktına girerseniz ABD’den daha çok yardım ederiz size…” dedi. “… girmezseniz (de) sizi muhtaç etmeyiz. Aynen kalacaksak kültürel, iktisadi… yine böyle devam ederiz. Ama aynı bölgedeyiz. Yeriniz bizim yanımızda daha doğru olur. NATO’da olursunuz. Bizim kabemiz Washington değil. Kars-Ardahan-Boğazlar meselesi Stalin değil Berişa’nın işi. Çıkarlarınıza aykırı bir şey söylediği halde ona inandınız da bana niye inanmıyorsunuz? Şüpheyi nasıl kaldıracağız?”
Demirel: “Anti komünist bir partinin genel başkanıyım. Düşmanız. Ama iyi geçinmek isterim. Bu çerçeve yardım da kabul ederim. Siz konuları seçin”
Ruslar bu yaklaşımı propaganda’ya alet etmediler.
Bandırma asit sülfirik fabrikası… 22,5 milyon dolar dedi Ruslar. Biz 2,5 milyon dolar hesabediyoruz. Söyledim Kosigin’e “Ben dolandırıcı değilim” dedi. Hesabı kitabı önüne koyunca Kosigin, “hata etmişiz” dedi…
Rusların dış politikası çok daha iyidir. Sabırlıdırlar.
Cumhurbaşkanlığına vekalet dönemi ve 12 Eylül
ATATÜRK’e göre devleti, içinde bulunduğu badirelerden bütün kuvvet ve kurumların işbirliği kurtarır. MGK siyasete bulaşmıştır. Askerler “Devlet biziz!… Sorun varsa biz çözeriz” anlayışıyla Atatürk’ün bu anlayışından uzaklaşmıştır.
Askerler Muğlalı Paşa sendromundan hep yakınarak açıklar kendi anlayışını.
Hep demokrasiye layık, hazır olmadığımızı düşünmek… Hep daha iyi demokrasi için müdahale…
HİÇBİR GEREKÇE, ORDUNUN 12 EYLÜL öncesi ataleti, rehaveti ile 12 Eylül’den sonraki celadetini açıklayamaz.
(Son tespite ben de katılırım. Ancak… Çağlayangil Demokrat Parti dönemi için ne diyor, bilmiyorum. Cılızoğlu’nun kitabında bu konuda hiçbir şey yok. Bendenizin naçiz kanaati şu: Asıl demokrat olması gereken sivil siyasetçiler, sivil iktidarlardır; askerler hangi rejim altında olursa olsun verilen emri yerine getirir. Bizim sivil siyasetçilerin de istediği bu… Bütün diktatörlüğüne rağmen AKP hükümeti bile önceki iznin süresi dolunca Barış Pınarı harekatı için niye meclisten izin aldı? Orduya verdiği “gerekirse öl” emrini demokratik biçimde meşrulaştırmak için… Demokrasilerde seçilmek hiçbir iktidar için her istediğini yapmak demek değil! Oysa Adnan Menderes, mesela Kore’ye 5 bin kişilik tugayı TBMM’nin haberi bile olmadan göndermişti; 750 askerimizi, o kuş uçmaz kervan geçmez topraklara bırakmıştık. Niye? NATO’ya katılalım diye!.. 1924 anayasasının geçerli olduğu 1950’lerde bile bu ülkede, anayasada yazılı olmasa da kuvvetler ayrılığı yürürlükte idi. Ama Demokrat Parti, Tahkikat Komisyonu kurarak yasama organına yargı görevi verip muhalefeti ve basını dehşetli bir cendereye soktu. CHP’nin mal varlıklarına el koydu. CHP Genel Başkan İnönü’yü defalarca taşlattı. Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni, İstanbul’da protestocu öğrencileri kurşunlattı. Adnan Menderes Siyasal Bilgiler Fakültesini Konya’ya taşımaktan, hatta kökünden yok etmekten söz edebildi. Bunların hepsi, o günün şartlarına, anayasasına, ceza yasasına göre bile düpedüz “anayasayı tebdil, tağyir ve ilga” suçuydu! İsteyen kusura bakabilir!
Yani askerler kendilerini devirdikleri için demokrasiye darbe yapmışlardı da Demokrat Parti pek mi demokrattı? Demokrat Parti döneminde de, 1954’ten ‘60’a kadar valilik yapmış Çağlayangil, bütün bunları demokrasinin olağan akışı mı sayıyordu? Siyasetçi ne yaparsa yapsın, değil mi ki seçilmiştir, kimse buna itiraz edemez mi demek istiyor? İstiyorsa AKP’den, Erdoğan’dan ne farkları kalır? Askerden demokrasi beklemek abesle iştigaldir, bizzat Demirel’in tabiriyle. Demokratlık sivillerin sorumluluğudur. Vietnam savaşına Amerikan derin devletinin aksine karşı çıkan, oradan asker çekmek isteyen; Küba’ya aynı derin devletin istediği gibi müdahale etmeyen ABD Devlet Başkanı John. F. Kennedy’nin öldürülmesinde Amerikan ordusunun rolü olmadığı söylenemez. Ama Amerikan sivil siyasetinin, siyasetçilerinin rolünün olmadığı da hiç söylenemez. Askeri darbeler elbette antidemokratik eylemlerdir. Ama 1960’tan bu yana Türkiye’deki hiçbir darbe o günlerden beri paranoyakça veya hince, cince ileri sürüldüğü gibi “demokrasiye” darbe değildir; çünkü bu darbelerin hiçbirinin öncesinde Türkiye’de demokrasi yoktu. Çağlayangil, eğer demokrasiyi sandıktan ibaret saymıyor, demokratlığın seçildikten sonra da devam etmesi gerektiğine inanıyor idiyse, valisi olduğu Demokrat Parti’nin, daimi-nöbetçi bakanı olduğu Adalet Partisi öncülüğündeki Milliyetçi Cephe hükumetleri döneminin “demokrat” olduğunu söyleyebilir mi? Söyleyemiyorsa, hangi demokrasiye darbe yapılmıştır? Kanaatimizce bunlar, tabir caizse sadece polisin suça müdahalesidir. Hele siyasi suçtan idam cezası olacak iş değildir ama polis katil zanlısını yakalar, mahkeme de müebbet verirse, bu anti demokrasi midir? Bu darbelerin hiçbiri yüzde yüz faşistlerin yüzde yüz demokratlara darbesi değil; hepsi Amerikancı anti demokratların, hatta faşistlerin, Amerikancı anti demokrat faşistlerle kapışmasıdır vesselam! Keşke Tanju Cılızoğlu bunları da Çağlayangil’e sorsaydı. Kitabında hiç rastlamadım.)
Getir kararnameyi imzalayayım!
12 Eylül muhtırasından önce 1980 başında ordu o zamanki cumhurbaşkanı Korutürk’e bir mektup göndermişti. Uyarılarla dolu… “Uyarı mektubu dendi ama, bir nevi muhtıra idi. Korutürk’ün süresi doldu. Anayasa gereği Senato başkanı olarak ben vekalet etmeye başladım cumhurbaşkanlığına. Başbakan Demirel’e söyledim: “Hepsini görevden alabiliriz. Getir kararnameyi, hemen imzalayayım.”
Getirmedi.
Kenan Evren ve kuvvet komutanlarını görevden almadığı için Demirel’i suçlamak elbette mümkün değil. 12 Eylül darbesinin birinci derece mağdurlarından, aylarca hapis yatanlardan biri kendisi.
“Niye getirmedi” sorusuna benim cevabım: Demirel’in hep şöyle bir anlayışı, en azından şöyle bir söylemi vardı: “Türkiye’nin bir tane ordusu var. Bu bizim ordumuz. Yıpratmamak lazım…”
O kararnameyi hazırlasa genelkurmay başkanı ve bütün kuvvet komutanlarını, hatta belki ordu komutanlarını, bunlara ilaveten genelkurmaydaki ve hatta kıtalardaki generalleri görevden almış, azletmiş olacaktı. Bunun orduda yaratacağı zafiyeti, ama daha önemlisi dünya karşısında Türkiye açısından yaratabileceği zafiyeti düşünmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Bir de, Türkiye koşullarında darbe-demokrasi ilişkisine dair yukarıda yaptığımız, darbe öncesi dönemlerin demokrasi olmadığı yönündeki değerlendirmemizin Demirel gibi zeki ve açık sözlü bir devlet adamı-politikacı tarafından da en azından zımnen kabul edilmiş olabileceğini düşünmek isterim.
Başlığa dönersek…
1980 öncesi sol kuşak olarak Süleyman Demirel’i, bir bütün olarak Adalet Partisini, tabi bu arada İ. S. Çağlayangil’i çok eleştirdik, hatta tabir caizse kavga ettik. Şahsen üniversiteden sonra çalışma hayatımın kısa bürokratlık dönemi, Demirel’e karşı Danıştay’da açılmış davalarla geçti. Ve sonuna kadar haklıydık onları eleştirir, onlarla karşı karşıya gelirken.
Tamam, Adalet Partisi de sağcı, anti-komünist, Amerikancı, sermayeden yana, emeğe karşı soğuk idi. Onlar da az din sömürüsü yapmamıştı. Süleyman Demirel de seçim kürsülerinde kendisine hediye edilen Kuran’ı öpüp başına koymuştu. Hatta, 1987’de şeriatçı Köprü dergisine yaptığı bir açıklamada Tevhidi Tedrisatla İslamiyet çelişiyorsa taviz vermesi gerekenin Tevhidi Tedrisat olduğunu söyleyebilmişti. Milliyetçi Cephe Hükümetleri döneminde, Kahramanmaraş olayları üzerine sorulan bir soruya “bana sağcılar suç işliyor, cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyebilmişti. “Tespih çekenle tetik çeken bir değildir” de diyebilmişti. Doğrudur. “Amerika bu bölgede bir Kürt devletinin kurulmasını istiyorsa buna mani olamayız” da demişti. Doğrudur.
Fetullahların, tarikatların, nihayet bugünkü AKP kabusunun zeminini hazırlayanlar arasında o(nlar) da vardır. Ama hele bu konuda zaten yalnız değildir. Fetullahların, AKP’nin gümüş tepsilerdeki pamuklar içinde pışpışlanmasının tarihini 1946-47’nin Milli Şef CHP’sine kadar götürmek gerekir.
Yine de… Adalet Partisini AKP ile, Demirel’i Erdoğan’la, nihayet Çağlayangil’i Çavuşoğlu ile kıyaslayın bakalım hangi sonuca varacaksınız. Demirel “Eeeeeyyy Obama” demedi ama “beni deliğe süpürmeyin, kullanın” da demedi. Amerika’dan da göstere göstere fırça mektubu almadı; aldıktan sonra pısmadı.
1990’da Amerika ile birlikte Irak’a girerek “bir koyup üç alma” sevdasındaki Turgut Özal bile, Amerika “hadi gelin Libya’yı beraber bombalayalım” dediğinde “benim Libya’yla 400 yıllık hukukum var. Olmaz öyle şey!” demişti rahatlıkla.
Çağlayangil ise dünyanın dört bir yanında devlet başkanlarıyla, başbakanlarla, dışişleri bakanlarıyla kişisel dostluk çerçevesinde yapmıştı dışişleri bakanlığını; üstelik onlara karşı da son derece açık sözlüydü. Bir gün İran Şahı Rıza Pehlevi Çağlayangil’e
“- Keşke benim de sizin gibi bakanlarım, danışmanlarım olsaydı” diyince Çağlayangil’in,
“- Ama ekselans, siz öyle birini yanınızda yaşatmazdınız ki!..” karşılığı üzerine Şah
“- Niye? Ben o kadar kötü müyüm?” diye sitem etmiş. (Tunju Cılızoğlu, İhsan Sabri Çağlayangil’in Anıları)
İnsan aklının en büyük zenginliklerinden biri mukayese… Çavuşoğlu, yabancı devlet adamlarıyla böyle bir dostluğu kendisi bile düşünemez; çünkü hiçbir devlet başkanı ona “keşke benim de sizin gibi bakanlarım olsaydı” demedi. Çünkü bu ülkenin dışişleri bakanlığını o değil, doğrudan Recep Erdoğan yapıyor. Çavuşoğlu olsa olsa “reisülküttap”… Yani sekretarya hizmetlerini görüyor.
Son olarak… Her ne kadar yukarıda “munkabız” politikayı tercih ettiğimi söylemiş isem de, İsmet İnönü’nün, munkabız, tutuk denmese de “ikinci adamlığı” ancak Atatürk sağ iken söz konusu olabilir, demeden de geçemeyeceğim. Atatürk’ten sonra İnönü’nün ikinci adamlığı kalmamıştır ama birinci adam da olmamıştır. Atatürk’ün İstanbul Boğazını kaplamış işgal donanmasını görünce “geldikleri gibi giderler” dediğini; hastalığının en ilerlemiş safhasında, adeta ayakta duracak hali yokken Hatay’ın Türkiye’ye katılması için gerekirse bir gerilla gibi savaşmayı bile göze alıp sorunu çözdüğünü ve en önemlisi daha Kurtuluş Savaşının başında “ya istiklal ya ölüm” dediğini hep biliriz.
Oysa İnönü, 2. Dünya Savaşından sonra Sovyetlerin Kars’ı, Ardahan’ı, Boğazları istemesi üzerine Atatürk’ün “geldikleri gibi giderler” dediği üzere, başbakanlık merdivenlerinde Sovyetlere dönüp “sıkıysa gel de al” demek yerine, 1948’de NATO’ya üyelik başvurusunda bulunarak tercihini Batı’ya bağımlılıktan yana kullanmıştır ne yazık ki.
Farkındayım. Hem nalına hem mıhına vurdum. Muhtemelen beklenebileceği üzere, hiç kimseyi kayırmadım. Okur yadırgamasın lütfen. Arkasında 45 yıllık bir bürokrasi, özel sektör, gazetecilik birikimi olan ve gençliğinde de biat etmemek gibi bir özrü(!) bulunan naçiz bir fani olarak hiçbir faniye, hele bu saatten sonra biat etmeye hiç niyetim yok. Kendime bile!!!…
* Ali Tartanoğlu, Konya Maarif Koleji’nden Meram Anadolu Lisesi’ne Elli Yılın Öyküsü, Türkiye’de Devlet Eliyle Yabancı Dil Öğretimi, Konya Maarif Kolejliler Derneği Yayını, Eylül 2005, İstanbul
* Uçuş bilgi bölgesi ya da FIR (İngilizce: Flight Information Region), içinde uçuş bilgi hizmeti (FIS), ikaz hizmeti (ALRS) ve havacılık meteorolojisi hizmeti verilen hudutları belirlenmiş bir hava sahasıdır. FIR’lar günümüzde kullanılan en büyük hava sahası bölümleridir ve farklı geometrik şekillerde olabilirler. FIR’ları birbirinden ayıran çizgiler Türkçede FIR hattı olarak bilinir. Her ülkenin hava sahası ve civarı, ülkenin büyüklüğüne, konumuna ve hava trafiğinin durumuna göre bir veya daha fazla FIR’a bölünür. Örneğin Türkiye’nin hava sahası Ankara FIR ve İstanbul FIR olmak üzere iki uçuş bilgi bölgesine bölünmüştür. Benzer şekilde Birleşik Krallık da Scottish FIR ve London FIR olmak üzere iki uçuş bilgi bölgesine bölünmüştür.
FIR hattı, uluslararası uçuş güvenliğini sağlamak üzere oluşturulmuş uçuş haber alma bölgesidir. Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü, sivil ve askerî uçakların güvenliğini sağlamak üzere birtakım uçuş bilgi bölgeleri oluşturmuş ve bu bölgelere giren uçakları bölgeden sorumlu olan merkeze bilgi vermekle yükümlü kılmıştır. FIR içerisinde uçuş güvenliğinin sağlanması için gerekli olan her türlü hava trafiği kolaylığı, haberleşme olanakları, meteorolojik hareketler konusunda uyarıcı bilgiler, daha önce ICAO tarafından belirlenmiş olan ülke tarafından sağlanır.
Türk Yunan ilişkilerinde Ege anlaşmazlığına 1974’te dâhil olan konu “Ege Denizi üzerindeki sivil havacılığın güvenli olarak yürütülmesini sağlayacak yükümlülükler”di. Havacılığın gelişmesiyle sivil havacılığın belirli bir nizam içerisinde yürütülmesi ve uçuş güvenliğinin sağlanabilmesi, uluslararası alanda ortak düzenlemelerin yapılmasını gerektirdi. Bu sebeple 1944’te Chicago Sözleşmesi ile Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO) kuruldu. Bu sözleşme ile sivil havacılığın güven içerisinde sürdürülmesi için FIR (Flight Information Region, Uçuş Bildirim Bölgesi) olarak isimlendirilen denetim alanları oluşturuldu. 1952’de İstanbul’da ICAO tarafından düzenlenen toplantıda alınan kararla Ege’deki FIR sorumluluğu Yunanistan’a verildi. Atina’nın FIR’ı zamanla bir hava egemenliği olarak görmesi ve bir hudutmuş gibi göstermesi üzerine bu hattın değiştirilmesi için Türkiye, ICAO nezdinde girişimlerde bulundu fakat bir sonuç elde edemedi. Türkiye’nin 1974’te gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtı da FIR hattı sorununda etkili oldu.
Ege’deki mevcut durumun Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmesi üzerine Türkiye, yayımladığı NOTAM [Notice to Airman (havacılara ilan)] ile Ege Denizi’nde kuzeyden güneye doğru bir çizgi çekerek bu çizginin doğusundan geçen hava ulaşım araçlarının (askerî uçaklar dâhil) bilgilendirme yapmasını istedi. Yunanistan da karşılık olarak Ege Denizi hava sahasını yabancı, sivil ve askerî uçuşlara kapatarak bölgeyi tehlikeli bölge ilan etti. Konuya ilişkin görüşmelerde 1980 yılına kadar herhangi bir sonuç alınmazken 1980’de Türkiye, 714 sayılı NOTAM’a son verdiğini açıkladı. Yunanistan da NOTAM’larını geri çekti ve bölge, hava trafiğine yeniden açıldı.