Şirketlerin hatasız iş planları yapmak için gerçek verilere ve daha da önemlisi ileriye dönük isabetli tahminlere ihtiyaçları vardır.
Dezenflasyon, en kısa şekli ile enflasyon oranının zaman içinde azalması anlamına gelmektedir. Kesinlikle fiyatların düşmesi demek değildir. Sadece fiyatlar genel seviyesindeki artış hızının azalmasını ifade eder. Örneğin aylara göre yüzde 13, yüzde 11, yüzde 9 gibi düşme eğilimi göstermelidir. Çok karıştırılan deflasyon ise negatif enflasyondur. Örneğin yüzde eksi 1, yüzde eksi 2 gibi enflasyon oranlarını işaret eder.
Peki enflasyon yukarda görüldüğü şekilde düşüş eğilimine girmiş midir?
Hayır, uzunca bir süredir düşüş de görülmüş, yeniden yükseldiği de izlenmiştir. 2019 yılının son beş ayında TÜFE yıllık değişimi; Ağustos’ta yüzde 15,01, Eylül’de yüzde 9,23, Ekim’de yüzde 8,55 olarak gerçekleştikten sonra Kasım ayında yüzde 10,56, Aralık ayında da yüzde 11,84 çıkarak tekrar çift haneli yola dönülmüştü.
2020 yılının enflasyon oranları ise yıllık bazda; Ocak’ta yüzde 12,15, Şubat’ta yüzde 12,37, Mart’ta yüzde 11,86, Nisan’da yüzde 10,94, Mayıs’ta yüzde 11,39, Haziran’da yüzde 12,62 çıkarak hafif dalgalı seyrini sürdürmüştür.
O zaman nerden çıktı ‘dezenflasyon sürecinde olduğumuz’ ifadeleri?
Çünkü, Eylül, Ekim aylarında baz etkisi ile düşük çıkan enflasyon oranlarına güvenilmiş; Kasım, Aralık aylarındaki ters baz etkisiyle yeniden yükseliş ise göz ardı edilmişti.
Peki “Faiz düşerse, enflasyon da düşer” tezi gerçekleşmiş midir?
Hayır. Önemli faiz düşüşüne rağmen enflasyonun düşmediği görülmüştür.
Eylül ayında, MB politika faizi yüzde 19,75‘ten yüzde 16,50’ye indirildiğinde enflasyon oranı yüzde 9,23 idi.
Haziran 2020‘ye geldiğimizde ise, MB politika faizi yüzde 8,25‘e indiği halde (toplam fark 11,5 puan), enflasyon oranı yüzde 12,62‘ye çıkmıştır. Daha önce de yüzde 24 olan yüksek faizin, yüksek enflasyonun zorlaması ile oluştuğunu izlemiştik.
Neticede; “Enflasyonun faizi takip etmeyebileceğini, aksine faizin enflasyona göre şekillenmesinin zorunluluk olduğu”nu söyleyenlerden olduğumuz için devamını da öngörmekte fayda vardır.
• Enflasyon yükselirken faiz yükselmezse, bankaya mevduat gelmez, para borsaya, altına, dövize, konuta gider.
• Dezenflasyon için üretimin artması gerekiyor ama yeterince gerçekleşmiyor.
• Enerji maliyetlerinin düşmesi gerekiyor ama gerçekleşmiyor. Tersine diğer girdilerle birlikte maliyet enflasyonuna katkı yapıyor.
• Yüksek bütçe açığının önemli bir kısmı vergi artışıyla karşılanmak zorunda olduğu için bunun karşılığı da enflasyon artışı oluyor.
• Kısa vadeli dış borç stoku (bir yıl içinde ödenmesi gereken anapara ve faiz ödemesi) Mayıs sonu itibariyle 123,5 milyar dolardır. Dövize olan talebin kuru artırması ve onun da enflasyonu tetiklemesi beklenen bir durumdur.
İstanbul Sanayi Odası (İSO) Başkanı Erdal Bahçıvan, Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun kaynak yapısındaki bozulmaya işaret etti. Toplam borçların payı yüzde 68,4’e yükselirken, özkaynakların payı yüzde 31,6’ya gerilemiş.
Bahçıvan, söz konusu oranların dünya ortalamalarının uzağında kaldığını vurguladı.
Buradan hareketle bir gerçeğin daha altını çizmekte fayda vardır. Dış borç gündeme gelince, kamu borcunun azalması ile teselli bulamayız. Zira özel sektör borcu da bu ekonominin borcudur ve ülkenin bütününü ilgilendirir.
• Kredi derecelendirme kuruluşu S&P, Türkiye ekonomisinin geçen yıl girdiği resesyon ve Türk lirasının değer kaybı nedeniyle, Türk bankalarındaki sorunlu kredi oranının 2021’de yüzde 20‘yi aşacağı tahmininde bulundu. Bu çok yüksek bir orandır. Nitekim özel bankaların yeni kredilere o kadar hevesli olmadıkları, aksine daha fazla tedbirli hareket ettikleri görülmektedir.
Üstelik negatif reel faiz de bu isteksizliği artırmaktadır.
Neticeye gelelim…
Eylül, Ekim aylarının devamında, yıllık enflasyondaki düşüş devam edebilseydi dezenflasyon sürecine girilmiş olurdu. Tersi olmuştur.
Sağlıklı bir ekonomide istihdam yüksektir. İstihdam yüksekse çalışanların pazarlık yapma gücü artar. Bu şekilde de maaşlar artar. Cüzdanındaki para çoğalan insan sayısı arttıkça talep de artar. Talep artınca şirketlerin kârı artar ve daha fazla yatırım imkânı bulurlar. Ve de yeni yatırımın etkisi arzı artırınca fiyatlar üzerinde kısıtlayıcı etki yapar. Bu sağlıklı döngü ekonomide enflasyonun alıp başını gitmesini engeller ve makul dengenin oluşmasına yardımcı olur.
Şimdi ekonomide böyle bir tablo var mıdır?
Aksine, yukardaki senaryo gerçekleşmeden her şeyi faizle çözme arzusu, tedavinin etkisini azaltıyor. Zira bir taraftan kur artışını baskılamak, diğer taraftan faiz indirimine devam etmek yan tesiri olan ilaç kullanmak gibidir.
Sık tekrarladığım konu; her tüketicinin ve her perakendecinin enflasyonunun farklı olduğudur. Örneğin, Haziran 2020 ayı TÜFE oranı yüzde 12,62 deyip geçemeyiz. Bunu daha yüksek yaşayan vatandaşlarımızın olduğunu TÜİK açıklıyor zaten…
2019 yılı hane halkı tüketim harcaması verilerine göre; nüfusun en fakir yüzde 20’sinin harcama sepetinde gıdanın payı yüzde 30,7 (TÜİK sepetinde ise yüzde 22,77), konut ve kiranın payı yüzde 31,2‘dir (TÜİK sepetinde ise yüzde 14,34).
Neticede; TÜFE hesaplanırken yüzde 37,11 payı olan bu iki alt kalemin (22,77+14,34), alt gelir grubundaki fiili oranı ise yüzde 61,9 dur (30,7+31,2).
Aradaki 25 puan farkın, bu kişilerin enflasyonunu nasıl artıracağını anlamak için de, yine aynı ürün gruplarının Haziran ayında gerçekleşen oranlarına bakalım. Gıda fiyat artışı yüzde 12,93, konut ve kira giderleri artışı yüzde 14,95’dir ve genel ortalamanın (yüzde 12,62) üzerinde seyretmektedir. Yani sorun sadece enflasyonun yüksekliği değil, alt gelir grubunun bunu daha da yüksek hissetmesidir. Satış programları hazırlanırken bu husus dikkate alınmalıdır.