Eylül İmparatorluğu’nun temellerinin atıldığı günlerdi. Kan gölüydü Türkiye. Gazetecilik yapmak, hem de polis-adliye olaylarını takip etmek, her babayiğidin harcı değildi. Biz bir ekiptik Işık Kansu’yla. İzinli bir gösteri yürüyüşünü takip ederken Işık’ı gözaltına aldı polisler. Engel olamadık, yaka paça bindirdiler ekip otosuna ve Çiftlik Karakolu’na götürüp attılar nezarete. “Abi, Işık gözaltına..” cümlemi bitiremeden rahmetli Uğur Mumcu sarılmıştı bile telefona. Ne bu olaydan önce ne daha sonra onu bu kadar sinirli görmedim. Karşısında kim vardı bilmiyorum, bağırmaktan kıpkırmızı kesildiğini hatırlıyorum. Yaklaşık 1-2 dakika içinde, Başbakan Süleyman Demirel telefonun diğer ucundaydı. Demirel’le konuşmaya devam ederken, “Sen fırla git karakola” dedi bana. Çiftlik Karakolu’na gittiğimde Işık nezaretten çıkartılmış beni bekliyordu. Uğur Abi, Işık için Bakanlar Kurulu toplantısından çıkartmıştı bu ülkenin başbakanını.
Bir aydan fazla oldu, İstanbul’da onur mücadelesi veriyor 10 kişi. Onlar, dizlerinin üzerinde yaşamaktansa onurları için mücadele etmeyi seçtiler. Bu kriz ortamında, işsiz kalmayı, aç kalmayı göze alarak çıktılar bu yola. Birbirlerine güvendiler, kenetlendiler. Deli dalgaların ortasında sarsak bir sal üzerinde gibiydiler. Çıktıkları yol, ne kadar, nasıl süreceği belli olmayan bir maceraydı belki de. Yalnızca sendikaları vardı arkalarında. Başka da güvenebilecekleri hiç kimse yoktu. “Abi” dedikleri meslek büyüklerinden de sahip çıkan pek olmadı. Greve katıldıkları için işten atıldılar. Birlikte görev yaptıkları meslektaşları, işten atılma korkusuyla katılamadılar greve.
“Başbakan bu sabah beni aradı, dedi ki…”, “Filanca bakana dedim ki…” diye köşe yazısı yazıp mangalda kül bırakmayanlardan kimse sahip çıkmadı. Çalışanlardan zorla greve katıldıkları takdirde işten çıkartılmayı kabul ettiklerine dair belgeler alındı, yine duymadılar, görmediler. Varsın olsun, “Köşe” yazarları duymasınlar, görmesinler, yazmasınlar. Kendilerine “Abi” diyen meslektaşlarına sahip çıkmasınlar.
Öyle bir el uzandı, öyle bir destek geldi ki, başaracaklarına, bu onur mücadelesinden galip çıkacaklarına zerre kadar kuşkum kalmadı. 29 yıl önce Grev Gözcüsü önlükleri silah zoruyla üzerlerinden çıkartılan Banknot Matbaası emekçileri uzattılar ellerini. “Yanınızdayız, destekliyoruz. Biz başladık, 12 Eylül yüzünden tamamlayamadık. Korkmuyoruz, bu bir bayrak yarışı, 29 yıl önce bizim başlattığımız grevi, bugün siz tamamlayacaksınız. 29 yıl sonra gerçekleşen bu grev bizim de grevimiz” diyorlar yürekleriyle.
Basın emekçisinin üretimden gelen gücü, ne çelik işçisinin, ne demiryolcunun, ne madencinin, ne tarım işçisininkine benzemez. Hapsedersin susmaz, öldürürsün adına vakıflar kurulur. Korku imparatorluğunun temellerini atanlar, “mavi”yi yasakladılar, çocuklarımız Deniz oldu, mavi oldu gözleri.
13 Şubat’ta sarsak bir sal üzerindeydiler, bugün bir buzkıranla devam ediyorlar yollarına. Cahit, Alper’e devrediyor bayrağı, Oktay Kurtböke’nin bayrağı Ercan İpekçi’nin elinde. Turgut Dedeoğlu grev kararını bildirdiği duyurusunda, “Kendisine gazeteciyim diyen herkesi” destek olmaya çağırmıştı. Sektöründeki grevi umursamayan, meslektaşlarının onur mücadelesini görmezden gelene, yazmayana, yazamayana gazeteci denmez!