Merkez Bankası’nın yeni Başkan eşliğindeki son PPK toplantısından 475 baz puan faiz artışı çıktı. İsabetli olmasına rağmen çok geç alınmış bir karardır. Politika faizinin inatla yüzde 10,25’de sabit tutulması; negatif reel faiz sebebiyle paranın TL mevduatı yerine altına ve dövize yönelmesine sebep olmuş, bu şekilde de dolar kuru 8,50’yi, euro kuru 10 lirayı aşmıştı.
Sırf faizi artırmamak uğruna kuru sabit tutmak için MB rezervleri tüketilmişti.
24 Ağustos’ta kaleme aldığım yazımın başlığı “Faiz söz dinlemiyor” idi. Özeti; enflasyonu yüksek olanın faizi sabit tutamayacağı veya düşüremeyeceğiydi. Nitekim o tarihteki politika faizi yüzde 8,25 olmasına rağmen ortalama fonlama oranı yüzde 9,37’ye çıkmıştı.
Kasım ayı başına geldiğimizde; “Örtülü faiz artırımı yetmiyor” başlıklı bir yazı daha yazdım. Merkez Bankası’nın Ekim toplantısında, haftalık ihale oranının (politika faizi) yüzde 10,25’te sabit bırakılmasını, gecelik faiz oranının da yüzde 11,75’te sabit tutulmasını, buna mukabil geç likidite penceresi faizinin yüzde 13,25’ten 14,75’e yükseltilmesini güven kaybettirecek bir uygulama olarak yorumlamıştım. Ve 1-2 puan faiz artışının yetmeyeceğini, 500 baz puanın üzerine çıkılması gerektiğini belirtmiştim. Bu yazımın tarihi 4 Kasım, Murat Uysal’ın görevden alınma tarihi 7 Kasım’dır. Bu birinci gelişmeydi. İkinci gelişme ise son PPK toplantısında alınan faiz kararı ve yanında güven artıran önemli bir açıklamaydı.
Politika faizinin yüzde 10,25’ten yüzde 15’e çıkartılmasından çok aşağıdaki ifadeyi daha kıymetli buluyorum. Yapılan açıklamada; “fonlamanın temel politika aracı olan bir hafta vadeli repo faiz oranı üzerinden yapılacağını ve bu faiz oranının parasal duruş için tek gösterge niteliğinde olacağı” duyuruldu.
Güven veren bu net mesaj arkasından hemen dolar/TL 7,50’ye, euro/TL ise 8,90’a kadar gerilemiştir.
Neden artış değil de bu açıklama daha önemliydi?
Çünkü bu toplantıdan önce de MB’nın çeşitli kanallardan bankalara verdiği paranın ortalama maliyeti yüzde 14,80’di zaten. Yeni gelişme, vitrindeki etiketin yüzde 10,25 yerine yüzde 15 ile değiştirilmesidir. Yani işin matematiği değil, etik davranış biçimi değişmiş ve bu da piyasalara güven vermiştir. Dolayısıyla sadeleştirme vardır ama bahsedildiği kadar sıkılaştırma yoktur. Eğer faizler bu sefer de sabit bırakılsaydı döviz kuru alır başını giderdi. İşte mecburiyet dediğim de buydu.
Evet bu kadar yüksek faiz iyi bir şey değildir. Zira tüketicinin toplam talebini kısar. Üreticinin de harcamalarını ve yatırım kararlarını olumsuz etkiler. Haliyle kredi talepleri azalır.
MB’dan yüzde 15’ten fon alan özel bankalar yüzde 20’den düşük oranda kredi veremezler. Çünkü mevduata verdikleri faizi de artırmak zorundadırlar.
Ancak bunun yanında, faiz artışıyla gelen döviz kurunun gerilemesi ile ithal girdi fiyatlarındaki ucuzlama enflasyonu frenler. İşte rahatlatacak gelişme budur.
Büyük resme baktığımızda ise, borçlu olan sadece şirketler değildir.
Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) raporuna göre; Türkiye’de borçların milli gelire oranı yüzde 137,6’dan yüzde 167,2’ye, toplam borç 1,24 trilyon dolara ulaşmıştır. Bu borcun yarısı TL, diğer yarısı döviz cinsindendir…
Yukardaki borcun içinde; hane halkları borçları, finansal olmayan şirket borçları, banka ve finansal şirketlere ait borçlar ve de kamu borçları bulunmaktadır. Yani borç derdi bulunmayan herhangi bir kesim olmadığı gibi, döviz borcu olmayanın da TL borcu bulunmaktadır. Faiz oranı artarsa TL borcu, döviz kuru artarsa döviz borcu yükseliyor.
Yani ikisinden birine yakalanmak kaçınılmaz oluyor.
Öncelikle hangisinden korunmak daha gerçekçidir?
Elbette kur artışından ve enflasyondan…
Aksi durumda; ‘aşırı oynak kurlar’ın fırsatçılara yaradığını ve enflasyona hizmet ettiğini uzun zamandır yazıyorum. Bilhassa küresel tedarikçiler en tepe noktadan yaptıkları fiyatları, kur geri geldikçe düşürmüyorlar. Sadece ihtiyaç duydukları zaman ‘ara indirimler’ uyguluyorlar. Yani o tepe nokta kazanılmış hak oluyor.
Faizlerin artmasını, aklı başında hiç kimse istemez. Ancak bazen zarurettir. Zira enflasyon artma eğiliminde ise faiz hareketsiz kalamaz. Zamanında artırmazsanız bankalara mevduat gelmez. Kaynak sağlayamayan banka da kredi veremez.
Nereye geldik?
Yatırım yapmak için düşük faizli kredi bekleyen üretici ve yatırımcı bir tarafta, kendisini yaşatacak kaynak bekleyen bankacılık sistemi ise diğer yanda…
Hakem rolündeki MB kime yakın durmalıdır?
İkisine de aynı mesafede ve orta yerde…
İşte bugün o noktaya gelinmiştir. Yeter mi?
Kesinlikle hayır. Hemen siyasal, sosyal ve ekonomik yapısal reformların devreye girmesi gerekir. Zira bu kısa bir nefes almadır, diğer kırılganlıklarımız sebebiyle kurların tekrar hareketlenme ihtimali vardır.
Henüz sahaya yansımayan fiyat artışları göreceğiz. Örneğin, önümüzdeki aylarda beklediğimiz yıllık enflasyon alt sınırdan yüzde 14 olsa bile faize en az 1-2 puan daha ilave gerekecektir.
Yaşadığımız maliyet enflasyonudur. Bazı görüşlere göre; “faiz artışı maliyet enflasyonuna derman olmaz” deniyor. Direkt etkisi olmasa da kur artışını frenlediği için dolaylı iyileşme sağlar. Üstelik döviz ihtiyacı sebebiyle ülkeye döviz girmesi lazımdır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere de yabancıyı çekecek faizi vermek gerekiyor. Risk primimiz (CDS) düşmesine rağmen, hâlâ 370 baz puan seviyesinde olduğunu da unutmayalım.
Sonuçta; faiz oranları, belirli kurallara ve piyasa şartlarına göre hareket eder. Yeni MB yönetimi de kararını buna göre vermiştir.
ercumenttuncalp@yahoo.com