(ÖNNOT: Cumhuriyet Gazetesi, 3 Ocak 2021’de gönderilen bu yazıyı 10 gündür yayınlamamış, bir açıklama da yapmamıştır.)
“Hasımlarla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme” Yasası…
ABD 2017’de yürürlüğe koyduğu bu yasayla önce Rusya ve Çin’i hasım ilan etti. Şimdi de stratejik dostu, NATO’dan müttefiki Türkiye’yi…
Hasım, “rakip” değil düpedüz “düşman” demek… Amerika Türkiye’yi düşman kabul ediyor ama henüz savaş açacak kadar değil! Şimdilik sadece ekonomik, diplomatik yaptırım düşündüğü için daha hafif gibi görünen “hasım”ı seçmiş…
Türkiye neden ABD’nin (ve AB’nin) düşmanıymış? Türkiye Rusya’dan Se-400 aldığı için esas olarak; bir de Doğu Akdeniz’de gaz, petrol aradığı için…
Aslında Amerika Lozan’dan bu yana Türkiye’ye hiç dost saymadı. ABD Kongresi 98 yıldır Lozan’ı onaylamadı. Aynı Kongre tarafından resmen, adıyla sanıyla düşman ilan edilmek, hiçbir yaptırım olmasa da önemli ve anlamlı…
Denizleri astık, Uğurlar öldürüldü!
Bu cinayetler Türkiye’yi yönetenlerin ABD-AB’ye verdiklerinin küçük bir kısmıydı. Yoksa “ne istediler de verilmedi”!!! Hatta istemedikleri de dâhil… 1940’ların Tan Matbaası baskınından günümüze kadar… Ne hayatlar karartıldı! Denizler; Uğurlar sadece hepsinin simgesi…
2. Dünya Savaşından, 1945’ten sonra, sırf Sovyetler Kars-Ardahan-Boğazlar diye blöf yaptığı için, ne alakası varsa yasaklı tekke ve zaviyeler serbest bırakıldı; okullara din dersi kondu; imam hatip okulu, ilahiyat fakültesi açılması kararlaştırıldı. 1947-49’da NATO’ya (üstelik “Türkiye’nin NATO’da ne işi var” demişlerken!) başvuruldu üyelik için. IMF’ye, Dünya Bankasına üye olundu. 1950’ye kadar Amerika ile esrarengiz, vahim askeri ve ekonomik anlaşmalar imzalandı. Demokrat Parti’ye (DP) yapacak iş kalmamıştı adeta.
DP iktidar olduğunda NATO’ya hâlâ üye olmamıştık. Bunu sağlamak üzere ABD’ye yağ çekmek için bizi hiç ilgilendirmeyen Kore savaşına katılıp 700 küsur çocuğumuzu hiç bilmedikleri, bilmediğimiz o topraklarda şehit bıraktı DP. DP’nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, övünerek “küçük Amerika olacağız” dedi. Olamadık. Ama bugün bizi düşman ilan eden Amerika, gördük ki “büyük Türkiye” imiş. Değmezmiş yani ona özenip insanlarımızı katletmeye.
Adalet Partisi başkanı, uzun yıllar Amerika’da eğitim görmüş Süleyman Demirel 1968’de Amerikan The New York Times ve International Herald Tribune gazetelerine verdiği, çevirisi 13 Ağustos 1968’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan mülakatında;
“Türkiye nüfusunun yüzde 42’si 15 ve daha aşağı yaşlardadır. … Bu gençleri eğiten öğretmenler Amerika’ya karşı oldukları takdirde yarının kuşaklarının Amerika’dan nefret edeceği tabiidir. Onun için, çok geç kalmadan probleme bir çözüm yolu aranmalıdır” diyebildi!..
Lozan Antlaşması uyarınca ülkedeki misyoner okullarını kapatan Cumhuriyet Türkiye’si 27 Aralık 1949’da (tarihe dikkat!) ABD ile “Eğitim ve Kültür Mübadele Komisyonu kurulması için anlaşma imzaladı. (Gündüz-Ahmet Ökçün, Türk Anlaşmalar Rehberi, s. 105, AÜ SBF Yayınları, No 372, Ankara 1974.) Fikir babası Amerikalı senatör Fulbright’ın adıyla bilinen bu anlaşmayı bizzat ABD başkanı Truman imzaladı. Bizim tarafta da elbette cumhurbaşkanı vardı. Sene 1949’du. Anlaşmaya göre komisyon Türk ve Amerikan 4’er olmak üzere sekiz kişiden oluşuyordu ama ABD’nin Ankara büyükelçisi fahri başkandı, oylar eşit olursa sonucu Elçi belirleyecekti.
DP iktidarı “Ülkenin ihtiyaç duyduğu teknokrat kadroların Amerikan üniversite modeliyle daha iyi yetişeceği” düşüncesiyle 1955’te Ege ve Karadeniz, 1956’da ODTÜ, 1957’de Erzurum Atatürk Üniversitelerini kurdu. Başlangıçta yine Amerika modeli üniversite olarak tasarlanmışken Cumhuriyetin ilanından sonra lise düzeyine indirilen Robert Koleje de 1958’de yeniden üniversite statüsü verildi. Ankara’da Millî Müdafaa Caddesindeki üç katlı bir binada 36 öğrenci, “üniversite” değil “Orta Doğu İleri Teknoloji Enstitüsü” adıyla öğretime başlayan ODTÜ’nün ilk müdürü Amerikalı Thomas Godfrey’di. Mühendislik, fen, edebiyat ve mimarlık fakültelerinin dekanları da Amerikalı idi. (Nurettin Çalışkan, ODTÜ Tarihçe-1956-1980, s. 3-11, Arayış Yayınları, Ankara 2002)
Kuruluşundan üç yıl sonra 1959’da ODTÜ kuruluş kanununun TBMM’deki görüşmelerinde Antalya milletvekili Burhanettin Onat, ODTÜ’nün kuruluş amacını “merd-i kıpti” misali “komünizme karşı bir paratoner olacak ve mukabil bir irfan ordusu hazırlayacak bir irfan müessesesi…” diye açıkladı.
Aynı yıllarda kurulan ortaöğretim düzeyindeki “maarif kolejleri” de aynı “antikomünist, Amerikancı” gençler” yetiştirmeyi amaçlıyordu. Ama ne ilginç ve güzeldir ki bu okulların mezunları büyük çoğunlukla Demirel’in New York Times’a sunduğu temennideki gibi “Amerikan muhibbi” olmadı
Demirel iktidarlarının “müdavim” dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “CIA içimize girmiş. Enfiltre…” şeklindeki tanımlamasının başlangıcı olan aynı DP döneminde MİT personelinin maaşlarının bizzat ABD tarafından ödendiğini, Yassıada yargılamaları sırasında Başbakan Adnan Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur’un ifadesinden öğrendik.
Türkiye’nin başta Başbakanlık olmak üzere tüm kurumlarında danışman kılığında Amerikan ajanları, kendilerine resmen tahsis edilen odalarda görev yaptı. Ankara’da AID, Tuslog vb. garip Amerikan kurumları oluştu. “Barış gönüllüleri” adı altında ülkemize ne idüğü belirsiz Amerikalı öğretmen, uzman doluştu. Hatta köylere dağılıp kadınlarımıza güya doğum kontrolü öğrettiler.
Bir iki üçler, yaşasın Türkler / Dört beş altı, Polonya battı. / Yedi sekiz dokuz, Alman domuz. / On on bir on iki, İngiliz tilki. / On üç on dört on beş, Amerika kardeş.”
50’lerde, 60’larda böyle şarkılı tekerlemeler öğretildi bu ülkenin çocuklarına. Denizlerin, Uğurların dâhil olduğu 60’ların gençleri ise son iki kelimeyi “Amerika KALLEŞ” diye okudular. Bu nedenle de asıldılar, öldürüldüler!
Ankara’da bir “Amerikan Pazarı” oluştu. Alışveriş için millet 80’lere hatta 90’lara kadar oraya akın etti. Rus salatası, birden “Amerikan salatası” oldu. “Kot pantolon” diye Türkçeleştirdiğimiz “blucin”i Amerika sayesinde tanıdık. Türk kızları inceden Amerikalı astsubay, çavuş, koca için dua ettiler için için. Ankara’da trafik kazası yapan, pavyonda sarhoşken kavga çıkaran, adam yaralayan, belki öldüren, yani adi suç işleyen Amerikalı bir çavuşu bile Türk mahkemeleri yargılayamadı. Bağımsızlığımıza, “kanunların mülkiliği” kuralına rağmen!..
1950’lerin sonuna doğru DP iktidarı ekonomik açıdan sıkışınca, gidip para isteyen başbakan Menderes’e “dükkân senin ama valla bizde de yok” dendi. Menderes yine para istemek üzere Sovyetler Birliğine başvurdu. Sovyetler, Menderes’in Temmuz 1960’ta Moskova ziyaretini kabul etti, hazırlıklar başladı.
27 Mayıs’ta darbe oldu. Amerika Menderes’e para vermezdi ama Sovyetlere yanaşmasına da izin vermezdi.
12 Mart işkencehanesi Ziverbey Köşkünde ağırlanan(!) solculara sorulan ilk soru “niye ABD’ye karşısın” idi. Çünkü ABD karşıtlığı “müesses nizam” açısından otomatikman Sovyetler yanlılığı yani komünistlik demekti.
Türkiye’yi yönetenler ne zaman ayıldı bir miktar? 1960’ların başında Rumların Türklere vahşetine engel olmak istediğimizde ABD başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği “NATO’nun verdiği silahları Kıbrıs’a müdahale için kullanamazsınız” mealindeki mektupla!.. İsmet Paşa bu ayılmayı “ben Amerika’nın sorumluluk bilincine inanıyordum. Büyük devletle ilişki, aslanla aynı yatağa girmekmiş” diye ifade etti. Lozan’da reddettiklerimiz önümüze konuyordu teker teker.
AB bizi üye yapmadı. Gümrük Birliği üyeliği verdi; tam üye olmadan teslim olduk. Fırat-Dicle’nin sularını uluslararası komisyon yönetsin diye anlaşma maddesi bile koydu AB. Kürt konusunda ABD’nin, Kıbrıs konusunda hem ABD’nin hem AB’nin kalleşliklerini 60 yıllardır izliyoruz.
Bir CHP genel başkanı, 2007 seçim kampanyasında “bizim Amerika ile hiçbir sorunumuz yok” diyebildi. CHP 2011 seçim bildirgesinde “Türkiye’de artan ABD karşıtlığını önlemek için…” neler yapacağı anlatılabildi.
Bülent Ecevit, ABD’nin diktesiyle konulan haşhaş ekimi yasağını kaldırıp hele bir de Kıbrıs’a müdahale edince yine fevkalade milliyetçi Alparslan Türkeş “nasıl yaparsınız” diye küplere bindi. Hem de “Amerika’ya danışmadan” ekiyle!.. Sanki danışınca ABD “peki haşhaş yasağını kaldır, Kıbrıs’a müdahale et” diyecekmiş gibi… E insan Amerika’da askerî eğitim alınca böyle oluyor demek ki… Böyle diklenince suikast saldırılarıyla korkutulan aynı Ecevit, “partimde Marksist istemem…” diyip Fetullah Gülen’e, Vahdettin’e övgüler düzünce 69 kişiyle azınlık hükümeti kurdu.
Selahattin Demirtaş’ı bir kaşık suda boğacakmış gibi esip gürleyen pek milliyetçi Devlet Bahçeli, yine 2007 seçim kampanyası sırasında, MHP gençlik kolu üyeleri Marmaris- Aksaz’daki NATO deniz üssünü protesto edince, ertesi gün Marmaris ilçe yönetimini toptan görevden aldı. 60’lı, 70’li yıllarda MHP’li ülkücülerin en anlamlı sloganlarından biri “AMERİKA GİTSİN RUSYA MI GELSİN / ALLAHSIZLAR, PİS KOMÜNİSTLER!..” idi.
Demirel, “Amerika isterse bölgede bir Kürt devleti kurulur. Bu önlenemez” dedi.
Turgut Özal, CIA kayıtlarına “Amerika’ya en sadık Türk lider” olarak girdi.
Türkiye’de hâlâ bir Amerika biatı, hatta tapınması var, ince ince. Siyaset bir yana, mesela Ordu’da istisnalar hariç subayların bir süre Amerika’da eğitim alması, bir süre Brüksel’deki NATO karargahında görev yapması generalliğe yükselmenin zımni şartlarından biri. Dışişleri de böyle… İstisnalar hariç, Türkiye’de Dışişleri müsteşarlığı ve Washington büyükelçiliği “Amerika kontenjanı” olarak bilinir. Amerika karşıtı, oraya büyükelçi olamaz, denir. Şüyuu vukuundan beterdir!
Özel sektörün ABD karşıtı olması beklenemez.
AKP hepsinin üstüne tuz-biber ekti. “Eeeyy…”ler; ABD’ye, Avrupa’ya emperyalist, faşist, Nazi demeler… Hepsi gölge oyunu, Hacivat-Karagöz…
Türkiye’nin başbakanı Amerikan savunma bakanından kendisini Türk silahlı kuvvetlerine takdim etmesini, görüşme sağlamasını istedi. Daha başlangıçta, işler biraz sıkışınca Amerika’ya “beni deliğe süpürme, kullan” diye haber gönderildi. BOP eş başkanlığı övünme vesilesi oldu. Askerlerimizin başına çuval geçirilip tutsak edilmesi sorulunca “ne notası, müzik notası mı? Amerika’ya nota mı verilir” dendi. ABD başkanı “rahibi bırak. Yoksa ekonomini mahvederim” der demez, rahip bırakıldı. Amerika başkanı Türkiye cumhurbaşkanına “aptal olma” diye yazabildi; beyzbol sopası gösterebildi. Şimdi de yeni Başkan Biden’la birkaç dakika görüşme için çırpınıyor AKP.
Türkiye’yi yönetenlerin (sözde onlara muhalefet edenlerin de), Atatürk’ten sonra tamamı isteyerek veya istemeyerek Amerika-severdir. Bugün göstermelik olarak ABD yaptırımlarına karşı çıkışları da zerre inandırıcı değildir. Çünkü…
Amerika, Türkiye’ye daha önce de yaptırım uyguladı. AB’nin tek başına Kıbrıs konusundaki tutumu bile yeterince alçakça, kalleşçe. Ama yukarıda kısaca anlatılan “ne istedilerse”, hatta istemediklerini bile verme politikalarına rağmen Türkiye ilk kez resmen, en yüksek Amerikan organınca “düşman” ilan edildi.
Denizler, Uğurlar niye öldürülmüştü? Sağ-sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk çatışması niyeydi? Bunca darbe, idam niyeydi? Bugün AKP döneminde ve geçmişte onca insanın hayatı niye karartıldı? Hatta kişisel, ideolojik olarak ABD-NATO karşısında olmayanlar dâhil?..
Denizler Samsun’dan Ankara’ya “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenlemişti. Savunmalarında Türkiye’yi yönetenlerin Amerikan işbirlikçisi olduklarını, Türkiye’nin bağımsızlığına kast ettiklerini yargıçların yüzüne karşı haykırmışlardı.
Rusya ABD’nin ezeli düşmanı… Hâlâ siyasi ve askeri alanda Amerika’ya kök söktürüyor; Çin, Amerika’nın ekonomik, askeri ve siyasi alanda dişlerini söktü; İran Amerika’ya 40 yıldır ciddi ciddi kafa tutuyor da ondan düşman.
Peki Türkiye? Değil kök, diş sökmek, kafa tutmak, 75 yıldır istemedikleri bile verilmiş.
ABD Kongresi, Konferansa sadece gözlemci olarak katıldığı halde Lozan’ı hâlâ onaylamadı. Tıpkı İngiltere’nin, Birinci Dünya Savaşı’nda parasını ödediğimiz savaş gemilerini vermeyip paramızın da üstüne yattığı gibi, ABD de parasını ödediğimiz Fe-16’ları vermeyip paranın da üstüne yatıyor.
Evet! Sonunda, dönüp dolaşıp “DÜŞMAN” ilan edilecek idiysek, Türkiye’yi yönetenler bütün bunları niye yaptı; Denizler dâhil Amerikancılık hatırına niye onca hayatı kararttı? Uğur Mumcu, A.T. Kışlalı, B. Üçok, M. Aksoy ve niceleri niye öldürüldü; öldürülmelerine niye göz yumuldu? Katilleri niye buharlaştı? Değdi mi?
Üstelik Amerika-sever sağcılar da Amerika’nın hoşuna gitmedikleri zaman Türkeş örneği hapislere girip yargılandılar; Demirel örneği şapkalarını alıp gittiler; Menderes örneği hazin bir son yaşadılar. Amerika’da askerî eğitim, “Amerika gitsin Rusya mı gelsin” demek, “Amerika karşıtı öğretmen sorununu hemen çözmek lazım” diye Amerikan gazetesine açıklama yapmak; “küçük Amerika” olmaya pek heveslenmek kurtarmadı hiçbirini.
Seçim bildirgesine “Amerikan aleyhtarlığını gidereceğiz” vaadini koyan, Ankara’daki ABD elçileriyle yaptığı esrarengiz görüşmelerle ünlü Kılıçdaroğlu, değil tek başına iktidar olmak, partisini azami yüzde 26’ya çiviledi, 17’yle 26 arasında kolan vuruyor.
Sade vatandaşları, bütün bu zevatın yüksek(!) “şahısları” ilgilendirmiyor. Çünkü kendilerine verilen yetkileri çok kötü kullanmalarının bedelini onlar (83 milyon) ödüyor. Resmî olarak düşman ilan edilen, adı geçenler değil, koskoca TÜRKİYE! Apaçık!
Sağcısıyla solcusuyla, iktidarıyla muhalefetiyle, askeriyle, sermayesiyle 1946’dan itibaren ülkeye egemen olanların hangisi ödeyecek bu hesabı?
Bu “hasımlık”, Türkiye’nin ve on binlerce insanın hayatını karartan “Amerika muhiplerine” kapak olsun! Geçmişin “İngiliz muhipleri” gibi!..
İsmet İnönü’nün 1963’teki itiraf niteliğindeki sözleri:
“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?
Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.
Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da asıl mücadele de bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim neden inatla red ettiğimizi biliyorlardı.
Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”